23 Kasım 2012 Cuma

Müslümanların namusu


Taraf Gazetesi 23.11.2012

Geçtiğimiz Ekim ayında Amerika’nın önemli yayın kuruluşları biraraya gelip, Suudi Arabistan ile ilgili bir bildiri yayınladılar. Bildiriye imza atanlar arasında Random House, Time Warner ve Amazon’un üst düzey yöneticileri de vardı. Bildiride, Suudi Arabistan’da, çocuklara okutulan ders kitaplarının içeriği kamuoyuna şikayet ediliyordu. Kitaplarda, dini azınlıklar ve inançsızlara karşı derin bir hoşgörüsüzlük ve nefret tohumu ekildiği vurgulanıyordu. Dolayısıyla artık bu eğitim politikasına son verilmesi isteniyordu. Daha 9. sınıfdaki Suudi öğrenciye okulda şöyle satırlar okutuluyordu: ‘Yahudiler ve Hristiyanlar inananların düşmanıdır’.
Aslına bakılırsa bu konu 2001’deki 11 Eylül saldırısından sonra pek çok defa Amerikalılar tarafından Suudi yetkililere bildirilmişti, sözler alınmış ama görünen o ki pek bir ilerleme sağlanamamıştı. Sorun bugünlere kadar sarktı. Arabistan eğitimine sızan bu sistematik nefretin bırakın diğer Arap devletlerini, bizim gibi laik toplumlarda bile nasıl kök saldığını son Gazze krizinde gördük. Sosyal medyada, İsrail develetinin şiddetini, onların dinleriyle yani Yahudilikleriyle gerekçelendiren tonlarca yorum yapıldı. Örneğin bir kanalın ana haber spikeri, bir şairden alıntı yaparak Twitter’da şunu yazdı: "Yahudiler mi dediniz, Onlar, yumurtalarını pişirmek için, dünyayı ateşe vermekten çekinmeyen lanetlilerdir"
Bu cephedeki nefret duygusu ve bu duygunun İsrail saflarındaki karşılığı, İsrail-Filistin çatışmasının 64 yıldır çözülememesinin en temel nedeni. Çünkü bir tür bulaşıcı hastalık haline gelen nefret ve düşmanlık duyguları, zihinleri kirletip gerçeklerle kurulan ilişkiyi çarpıtıyor… Sonuçta rasyonel davranamıyor, doğru hareket edemiyor, yaratıcı politikalar geliştirmiyorsunuz… Bu nedenle Ortadoğu’daki siyasal sorunlar, her türlü mantıklı çözüme açık siyasal bir sorun olmaktan çok, karmaşık bir psikolojik sorun haline geliyor. Demem o ki aslında Filistin-İsrail sorunu, elinden tutulup bir pikoloğa gösterilecek türde bir sorun.
Çözümün önündeki bir başka engel ise o topraklar dışında kalan bizim gibi Müslümanların bu işi bir namus davasına dönüştürürken, ortaya koydukları yanlış tutum nedeniyle güvensizliği köpürtmeleri. İkili sorunların çözümü güvenle başlar, akılcı diplomasiyle sıcaklığa kavuşur, masaya oturulur ve diyalogla devam eder. Ancak aradaki bazı güçler nedeniyle bu güven sağlanamıyor. Ne İran ne Katar ne S. Arabistan ne de diğer güçlü bölge ülkeleri İsrail’i bir devlet olarak tanımıyor zaten. Buna rağmen olaya müdahil oluyorlar; örneğin İran, İsrail’i tanımayan sertlik yanlısı Hamas’a Sudan ve Mısır üzerinden silah aktarıyor… Katar, İsrail’i tanıyan West Bank merkezli Filistin yönetimine deği, Hamas’ın kontolündeki Gazze’ye ekonomik yardım yapmayı planlıyor. Davudoğlu, Tunus Fas gibi ülkelerin dışişleri bakanlarıyla Gazze’ye giderek iyi bir iş gerçekleştiriyor, ancak bu sadece bir gövde gösterisi olarak kalıyor, çünkü İsrail ile temas kurulamıyor. Neticede karşımızda seçim sloganı ‘güçlü güvenlik’ olan Netanyahu var, gövde gösterisinden ne kadar etkilenir ki. ateşkes görüşmelerinde aracı oldu.
Son söz: Saddam, 2000 yılında, İsrail’i ortadan kaldıracağını söylemişti şimdi Ahmedinecad İsrail’i haritadan sileceğini söylüyor. Bu tür radikal tutumların soruna bir faydası yok zararı var ama bu liderlere bir faydası var tabii: Ortadoğu müslümanlarının sağını da solunu da birleştiren Filistin rüzgarını kendi yelkenlerine doldurup güç kazanmak, yani istismar etmek…

8 Kasım 2012 Perşembe

Obama'nın pozitif intikamı


Taraf Gazetesi-09.11.2012
Negatif intikam: Hayat yolu bu; sizi birileri tökezletir, canınızı acıtır, haysiyetinizle oynar, incitir, bütün enerjinizi çekip alır. Güçsüz ve savunmasız olduğunuzda, karşı koyamaz ya da karşı tarafı engelleyemezsiniz. Sonuçta başınıza bu saydıklarımdan biri, öyle veya böyle gelir. Sizi mağdur eden haksızlıkları unutmak, sindirmek öyle kolay değildir. En fazla sineye çeker ve bilincinizin karanlık bir köşesinde saklarsınız. Hayatın koridorlarında yürüdükçe, sabretmeyi öğrenir ve gününü beklersiniz. Kendinizi toparladığınızda ise bilincinizin karanlığındaki o kötü hatıralar usulca göverir, serpilir ve sizi rahatsız etmeye başlar, gözünüzü alan güçlü bir far gibi yanıp söner. Öfkelenirsiniz ve bu öfke duygusu bir başka duyguyu, intikam duygusunu besler, büyütür. Bir süre sonra intikam alarak geçmişin kötü hatıralarını bastırabileceğinize ya da tümden yok edebileceğinize inanırsınız. O tehlikeli duygu sizi yönlendirmeye başlamıştır artık. Önünüzde iki seçenek vardır: pozitif ve negatif intikam. Bu iki intikam çeşidi, çıkış noktaları aynı olmakla birlikte, birbirine tümüyle zıttır ve hangisini seçeceğiniz, sizin insan sevme ve empati kurma gücünüzle ilgilidir.
Negatif intikam yoluna girdiğinizde tanınmaz bir insan olabilirsiniz. Hiç fark etmeden geçmişte sizi mağdur eden düşmanınızın ruhunu, bedeninize misafir eder, bir süre sonra da kendinizden onun bir kopyasını yaratırsınız. Size geçmişinizde yapılanların aynını siz de başkalarına, hatta fazlasıyla yaparsınız. Aşağılandınız mı siz de ilk fırsatta aşağılarsınız, iftiraya mı uğradınız siz de iftira edersiniz. Bu süreçte bir türlü yenemediğiniz içinizdeki haklı çıkma isteğiyle, çevrenizdekileri daha çok cezalandırır, çok geçmez, başkalarının hayatında sevimsiz ve gereksiz bir varlığa dönüşürsünüz.
Başarıyla intikam almak: Obama’nın da bir intikamcı ama pozitif bir intikamcı olduğunu düşünüyorum. Başarısıyla, hep koruduğu güzel karakteriyle intikam aldı kendine haksızlık edenlerden. Ülkeyi terk etmiş siyah Kenyalı bir babanın, eşinden ayrı yaşayan beyaz bir annenin oğlu olmak... Obama’nın bu soyağacı nedeniyle bugün uğradığı saldırılar, geçmişte neler yaşamış olabileceği hakkında size bir fikir veriyordur. Daha yakınlarda, rakibi Mitt Roney’nin oğlu, “babamım vergi beyannamesini istiyorlar, önce Obama doğum sertifikasını göstersin” gibi mat da olsa ırkçı bir zeminden vurmaya çalışmıştı Obama’yı. Bu durumda ilkokulda arkadaşlarının ırkçılık içeren imalı sözleri ve şakaları karşısında Obama’nın ne hissettiğini varın siz düşünün.
İntikam için bizzat kendinizin haksızlığa uğraması gerekmiyor, benzerlerinizin haksızlığa uğraması da sizi acıtabilir. Kürt’seniz Kürt kimliğinden dolayı bir Kürt’e yapılan haksızlığı, Alevi’yseniz Alevi kimliğinden dolayı bir Alevi’ye yapılan haksızlığı size yapılmış bir haksızlık sayabilirsiniz. Obama da hayat yolunda yürürken benzerlerine yani siyahlara yapılan pek çok ırkçı saldırıya şahit oldu, ancak bir gün gelip de ülkeyi yöneten bir başkan olduğunda asla karşıtına dönüşmedi, bütün ezilenlerle empati kurdu, toleranslı ve insancıl bir tavır sergiledi.
Kozmopolit ruhun birleştiriciliği: Obama’nın çocukluğundan bugüne bütün fotoğraflarına baktığınızda yüzünde o sevgi taşan gülümsemesini görürsünüz. Siyah olması, beyaz bir anneye sahip olması, Amerika’da doğması, Kenya kökeni, bütün bunlar onun kozmopolit ruhunu yapılandıran, ayırt etmeksizin insanları sevmesini sağlayan unsurlar. O’nun bu ruhu, bir göçmen ülkesi olan ve kendine gelenleri her kim olursa olsun kucaklayan Amerika’nın gerçek özüyle, gerçek benliğiyle örtüşen bir ruh. Bu yüzden ilk defa oy kullanan yeni jenerasyon Amerikalılar, sosyal medya üzerinde gecelerini gündüzlerine katarak twit attılar, facebook’dan videolar paylaştılar, Mitt Romney’nin yalanları ve birbiriyle çelişen açıklamalarını bir dedektif gibi bulup ortaya çıkardılar.
Biz de Obama gibi bir lideri hak ediyoruz: Obama’nın bu ruhu sadece Amerika’daki farklı kesimleri (geyler, siyahlar, beyazlar, Latinler, Müslümanlar, Hıristiyanlar, Asyalılar, zenginler, yoksullar) birleştirmekle kalmadı, dünyanın farklı ülkelerinden insanları da o ruh etrafında biraraya getirdi. Böylece Amerika’nın o ağır negatif imajını aşarak, pozitif bir dünya markası hâline geldi Obama. Nitekim onun olağanüstü derinlikteki zafer konuşmasının metnini Amerikalılar kadar Pakistanlılar, Çinliler ve biz Türkiyeliler de sosyal medya üzerinden paylaştık. Seçimleri kazanınca attığı “4 yıl daha” twitini 780 bin kere RT ettik. Çünkü bizler de en az Amerikalılar kadar evrensel değerlere inanan, bu değerlere saygılı bir lidere sahip olmayı hak ettiğimizi düşünüyoruz. Öyle ya dünyanın doğusu ve güneyinde, kendi üzerine diktiği elbiseyi herkese zorla giydirmeye kalkan liderlerden geçilmiyor ve biz o liderlerden artık çok sıkıldık. Kendine özel tutması gereken inançlarını ve değerlerini bize zorla dayatan, azarlayan, bazen hiç düşünmeden, kolay ve büyük konuşan, sırf kendini haklı çıkarmak ve rakiplerini karalamak için konuşurken hile yapan, incitici ve kibirli liderlere yer yok yeni dünyada. Kapitalizmde rekabet var, siyaset marketinin raflarında daha iyisini bulduğunuz an, eldeki bir kenara atılıverir. Bu işlerin hiç hatırı yok.
hidirgevis@yahoo.com twitter.com/ hidirgevis

2 Kasım 2012 Cuma

Resmî dili kaldırsak mı



Amerika’da resmî dil yok:
Çoğunuzun şaşıracağı bir bilgi vereceğim: Amerika‘da resmî dil yok... Yani bizim anayasamızda yer alan “Devletin resmî dili Türkçedir” benzeri bir ibare yok Amerikan anayasasında. Evet, 30 eyaletin kendi eyalet anayasalarında İngilizce resmî dil. Ama bu bir şey fark ettirmiyor. Oralarda bile devlet dairelerinde farklı dillerin kullanımına getirilen bir yasak ya da sınırlama yok, kimse size zorla İngilizceyi dayatmıyor. İşin esası şu; İngilizce denen dil, Amerika’nın genelinde sadece de facto olarak ulusal çapta kullanılan bir dil hâline gelmiş de jureolarak değil.


Bir ülkede birden fazla resmî dil:
İçinizden Allah Allah diyenleriniz vardır. Sahiden Amerika bu kadar farklı ırkları ve dilleri barındırdığı hâlde resmî dili yok. Çünkü sizin bir devlet olarak bir diliresmî dili seçmeniz diğer dillerin ister istemez değerini düşüren bir uygulama... İkincisi, resmî dil kavramı biraz yabancı korkusundan biraz da saf ırkçılıktan türüyor... Dünyanın pek çok ülkesinde uygulanması da bu işin doğruluğunu göstermez... Dünyanın pek çok ülkesindeki cumhuriyet rejimleri o rejimlerin demokratik rejimler olduğunu göstermediği gibi... Farklı modeller de var: İki resmî dilli Kanada, dört resmî dili olan İsviçre gibi... İki ülke de çok güçlü ve barışçı...

Bazıları bütün bunların bizim için karmaşık, tuzaklı ve tehditkâr olduğunu düşünebilir çünkü bizde siyasal sistem ipin üzerinde yürüyen ve bir türlü öteki uca ulaşamayan bir cambazın ruh hâli ile hareket ediyor: Her an düşüp, paramparça olabilirim korkusuyla kendi dışındaki etkilere, seslere, radikal değişimlere kapalı ve alerjik. Orada hiç değişmeden yürüyebildiği için de hastalıklı derecede narsist ve kibirli.


Toplumsal hayaller mi:
Peki nasıl oluyor da 100’ün üzerinde dilin konuşulduğu ABD denen ülke, dünyada birlik ve bütünlüğü en iyi sağlayan ülke... Nedeni basit: Amerika bu konudaki gücünü dil, din, ırk gibi kişilerin doğuştan miras aldığı değerlerden değil, sonradan edinilenpolitik ideallerden, toplumsal hayallerden ve iyi bir hayat hevesinden alıyor. Farklı dillerden korkmaması bu yüzden, Franco’nun Bask ve Katalanlara, Rusya’nın eski Sovyet cumhuriyetlerine, Britanyalıların İrlandalılara yaptığını yapmaması yani belli bir dili zorla dayatmaması bu yüzden.


İyimser Amerika:
Amerika’da halk gönüllü olarak o dili zaten öğrenmeye çalışıyor, ekonomik ve sosyal avantajları çok, bu yüzden... Dolayısıyla Amerika’yı güçlendiren diğer ülkelere göre daha progresif ve özgürlükçü kılan anahtar da burada: Manasız duygusallıklar, kronik kompleksler, inandırıcılığı zayıf mitler ve melankoli üzerine inşa edilmiş bir akılla değil, gerçekler üzerine kurulu pragmatist ve iyimser bir akılla hareket ediyor Amerikalılar.


Bugün ölüm orucuna dönüşen açlık grevlerinin 52. günündeyiz.
Ölüm sınırı olan 60. güne yaklaşan grevci Kürt mahkûmlarının istemlerinden biri de anadilde eğitim. Ancak bu konuda sadece hükümet değil oldukça büyük bir kalabalık, sadece ıslık çalıyor ve taviz verilir endişesiyle hiçbir adım atmıyor. Oysa Kürtlerin de diğer etnik grupların da kendi anadillerinde eğitimleri ne o kadar zor ne o kadar korkulası bir şey. Hatta bu talep neden hükümetten değil de BDP ve PKK’dan geliyor diye sorası geliyor insanın. Çünkü eğer bir halkı ortak bir toplumsal ideale doğru motive etmek istiyorsanız, onları oldukları gibi kabul etmeye mecbursunuz. Kabul edeceksiniz ki daha mutlu, üretken ve verimli olabilsinler. Oysa bizde Muhsin Kızılkaya’dan tutun, hangi Kürt aydınının kişisel tarihine merdiven dayayıp inerseniz inin, orada Türkçe bilmediği, öğrenmekte zorlandığı için öğretmeninden dayak yiyen bir Kürt çocuğunu görüyorsunuz.


Amerika’da anadilde eğitim var:
Kürtlerin bu sıkıntılardan kurtulmasının tek yolu ise bir kısım Türklerin bu küflü ve kötü koku yayın inadını bırakmaları... Bu tayfaya Amerikan deneyimine bakmalarını öneriyorum. Türkiye nüfusunun yarısı kadar yani 34 milyon kişinin İspanyolca konuştuğu bir ülke Amerika. Nüfusun yüzde 13’den fazlası evde İngilizce dışı başka bir dil konuşuyor. Nitekim Chicago’da yaşayan dilbilimci Prof. Gülşat Aygen’le bir görüşme yaptım. Aslında dâhi bir dilbilimci olan Chomsky ile çalışmış Aygen. Amerika’da 1800’lü yıllardan beri anadilde eğitim olduğunu söylüyor. Hatta bu anayasal garanti altına alınmış. Bush döneminde anayasadan çıkarılsa dahi uygulama fiili olarak aynen devam etmiş... Şu an 30 ayrı dilde anadilde eğitim var. Aygen’e göre anadilde eğitim Kürt çocuklarının Türkçeyi daha iyi öğrenmelerini kolaylaştıracak. “Bu konuda eğitmen bulmak da sorun değil, kısa ve uzun vadeli çözümleri belli ve çok kolay” diyor. Aygen’ e göre iki dili çok iyi konuşup yazan bir kuşakyetiştirmek Türkiye için büyük bir kazanım.


Türkiye Ortadoğu’da etkin olmak istiyorsa, o coğrafyanın farklı bölgelerine dağılmış Kürtlerle iyi ilişkiler kurmaya mecbur. Bu ilişkiyi her boyutta sağlıklı yürütebilmesi için de Kürtçeyi ve Türkçeyi iyi bilen iç Kürtlere ihtiyacı var.


hidirgevis@yahoo.com twitter.com/ hidirgevis

Dijital çağda ölmeye yatmak


IRA üyesi Bobby Sands 3 Mayıs 1981’de komaya girdi ve açlık grevinin 66. günü hayatını kaybetti. Belfast’taki cenazesine 70 binin üzerinde kişi katıldı. İrlanda’daki Britanya egemenliğine karşı mücadele eden IRA, bu cenazenin ardından büyük bir güç kazandı, yaşanan ağır travmadan etkilenen pek çok İrlandalı genç örgüte üye oldu. IRA’yı büyüten ölümler IRA militanları, kendilerine savaş mahkûmu muamelesi yapılmasını, örneğin tek tip elbise giydirilmesini protesto için açlık grevine gitmişlerdi. Bobby’nin ölümünün ardından greve katılan başka gençler ölmeye başladı. Ancak dönemin Britanya başbakanı Thatcher nuh dedi peygamber demedi. Sonunda 10 kişi yaşamını yitirdi. IRA’nın siyasi kanadı Sinn Fein eylemlerin ardından ana siyasi partilerden biri hâline geldi. Açlık grevi işe yaramıştı... Britanya yönetiminin Hindistan’daki uygulamalarını protesto için Gandhi’nin 1932 mayısında başlattığı ve 21 gün süren açlık grevi gibi... Seslerini, mücadele amaçlarını kendi sağlıklarıyla, hayatlarıyla bedel ödeyerek duyurdular dünyaya. Türkiye’de de benzeri ve daha acı eylemler yapıldı. 1996’da 69 gün süren ve 12 mahkûmun öldüğü açlık grevini düşünün. Kriminalize edilemeyen muhalefet O günlerden bugüne çok şey değişti. Sivillerin kendi seslerini daha az bedelle, daha acısız ve şiddetsiz duyurabilecekleri sofistike eylem biçimleri gelişti... Modern dünyanın eylemcileri kendi gruplarının dışına, o da yetmedi kendi toplumlarının ötesine sıçrayarak, yeryüzü sakinlerini ikna ede ede hedeflerine yürüdüler. Greenpeace bunun ilk örneklerinden, eylemleriyle sadece devletleri değil, global şirketlere de meydan okudular ve hepsini dize getirdiler. Çünkü meseleleri ve talepleri konusunda başkalarını ikna edebildiler. Gerekçelerini çok net ortaya koyup, yaratıcı ve ilgi çekici bir üslûpla dile getirdiler. Yaratıcılıkları nedeniyle medyanın ilgisini çektiler ve kendilerini duyurdular, üslûpları nedeniyle eylemleri medya tarafından kriminalize edilmedi, bu nedenle marjinalize olmadılar, çığ gibi büyüdüler ve ciddi bir baskı unsuru oluşturdular. Kebapçıdan çıkıp açlık grevini desteklemek Ancak modern çağın görgüsüne ve sunduğu yeni olanaklara rağmen, Türkiye’de hâlâ açlık grevleri yapılabiliyor. Bugün, bayramın ikinci gününde, açlık grevlerinin ise 45. günündeyiz. Öcalan’ın sağlık, güvenlik ve özgürlük koşullarının sağlanması, anadilde eğitim ve savunma hakkı talebiyle 680 Kürt mahkûm açlık grevinde... Elbette günümüzde sadece bizde değil, başka ülkelerde de benzeri eylemler oluyor, olmuyor değil. Geçtiğimiz nisanda İsrail hapishanelerindeki 2000 Filistinli mahkûm açlık grevine girmişti... Bireysel eylemciler var: Eski Ukrayna saşbakanı Tymoshenko, mayıs ayında girmişti. Hindistan’da Irom S.Chanu, 25 bin kişinin öldüğü Manipur’daki devlet uygulamalarını protesto için 12 yıldır açlık grevinde. Her ne gerekçeyle olursa olsun, ölmeye yatarak davalarına olan inançlarının gücünü göstermek, başkalarında suçluluk hissi yaratarak meseleye dikkat çekmeye çalışmakakla getirilmemesi gereken bir çözüm olmalı. Kendi bedenine bu kadar hoyratça davrananların bu eylemine, kebapçıdan çıkıp holiganlık yapanların da biraz hicap duymaları lazım. Neden mi... IRA’lı Bob öldüğünde, internet yoktu, Türkiye nüfusunun yarısı Facebookkullanmıyordu, insanlar internet üzerinde beş para harcamadan açtıkları kendi blogları aracılığıyla fikirlerini yaymıyordu, Twitter’da trend topikler olmuyordu, gençler YouTube’a kendi elleriyle hazırladıkları ve milyonların izlediği videolar yüklemiyordu. Yurttaşların cep telefonlarıyla çektikleri materyalleri paylaştıkları yurttaş gazeteciliği websiteleri yoktu. Yani bilgi, geçmiş zamanlarda olduğu gibi belli grupların ya da devletlerin filtresinden geçerek değil, tek tek bireylerin elinden geçerek yayılıyor artık... İnternette örgütlenip aynı gün Taksim’e çıkılıyor. Hiyerarşik, şiddet içeren, baskıcı ve manipülatif eski dünyanın zincirleri kırılıp, şiddetsiz, demokratik ve yatay bir iletişim sistemi devreye giriyor: Bu yeni dünyada kendini çoğaltmanın, başkalarını coşturmanın yolu kimi nasıl ikna edeceğinizden geçiyor. PKK-BDP arasındaki sinerji birliğinin de yeni gelişmeleri anlayarak politikalarına yön vermesi lazım. Headquarter’ı Kandil’de olan ve savaş üzerine kurgulanmış eylemler konusunda uzman olanlar, aynı kültürü şehir politikalarına taşıdıklarında hayal kırıklığına uğrayabilirler. Nitekim bu son açlık grevi beklenilen etkiyi yaratmadı, şu andaki ilgiyi de çok geç yakaladı. Sevgili Ferhat Tunç’la Twitter’da aramızda geçen tartışmada söylediklerimi tekrar edeceğim: İnsan sağlığının yıkımı üzerine kurgulanan açlık grevi eylemlerini teşvik etmek yanlış, BDP saflarında sivil siyaset yapanların kendilerini ve cemaatlerini kurbanlaştırarak etki yaratma çabaları dayanlış. Yıllar sonra Ferhat Munzur kıyısında, bense Cancun plajlarında yürürken, sağlığını yitirmiş o grevci mahkûmlar yatağa bağımlı olacakları için sadece pencereden dışarıya bakabilecekler. hidirgevis@yahoo.com twitter.com/ hidirgevis

Putin ve Erdoğan arasındaki 7 benzerlik


Putin dünya siyasetinin en kendine özgü liderlerinden: en az ergenlik çağındaki gençler kadar ben buradayım demek istiyor, üstelik hiç tükenmeyen bir heves ve gayretle. Maharet, vicdan ve mükemmeliyet vurgusu yapılan fotoğraflarında, kutup ayısına şefkat gösteriyor, savaş uçağı kullanıyor, göğsünü açıp ata biniyor, karate yapıyor. Yani bir tür sevilme- beğenilme- onaylanma ihtiyacı var Putin’de. Yoksa bu çabaları sadece bir marketing girişimi olarak izah edilemez. Putin, yakın zaman önce 60. yaşını kutladı; adına “iyi kalpli adam” sergileri mi açılmadı, dergiler Putin özel sayıları mı çıkarmadı, konserler mi düzenlenmedi... Şenliğe dönüşen etkinlikler, medyada “bayram” olarak nitelendirildi. Bu manzara Putin için iyi mi... nereden baktığınıza bağlı. Biliyoruz ki bu dönemde baba oğula böyle bir ilgi göstermez, halk siyasetçiye neden göstersin. Bütün bu tertiplerinin arkasında muhtemelen Putin’e şirin görünmeye çalışan işgüzar yöneticiler var. Bu da işin öteki yüzünü gösteriyor: bir devlet adamına yaranma çabası demokrasilerde değil otoriter rejimlerde olur. Zaten karşımızda Stalin tecrübesi yaşamış bir toplum var: dolayısıyla geçmiş reflekslerini bugüne transfer edip Putin’e yöneltmekte zorluk çekmiyorlar. Putin’in doğum gününü pek çok dünya lideri ile birlikte Başbakan Erdoğan da kutlamıştı. İlginçtir, Suriye nedeniyle şimdi ilişkileri limonileşen bu iki lider arasında pek çok benzerlik var. İşte benim çıkarabildiklerim. Üç çocuk kampanyası: Erdoğan daha geçenlerde, düğününe katıldığı Olimpiyat şampiyonu Alptekin’den üç çocuk beklediğini dile getirdi. Bu istek kaynağını, nüfus ve ekonomik ilerleme arasında birbirini yükselten bir korelasyon ilişkisi olduğu tezinden alıyor. Putin de ülke nüfusunu 142 milyondan 154’e çekmek için ailelere ciddi biçimde çocuk yardımı yapıyor. Üçüncü çocuk ise çok kritik. Üçüncü çocuğu yapınca aylık yardım yedi bin rubleye kadar yükseliyor. Ekonomik başarı: Putin’in ekonomik başarısının modern bir mit olduğunu, onun oligarşik bir kapitalizm inşa ettiğini iddia edenler var, diktatör olduğunu da... Kim ne derlerse desin: Putin, Rusya ekonomisini ciddi biçimde toparladı. Evet, ülke ekonomisi petrol ve doğalgaza bağımlı olabilir ama sonuçta Putin döneminde yaşam standartları iki kat arttı. Dünyanın 20. büyük ekonomisiyken altıncı büyük ekonomisi hâline geldi. Ya Erdoğan, ona da diktatör diyenler var... Ancak o da ekonomik bir enkaz devralmıştı ancak Türkiye geçen yıl dünyanın Çin’den sonra en hızlı büyüyen ikinci ekonomisi oldu. Dünyanın en büyük ekonomisi sıralamasında ise 15. sıraya çıktı. Büyük İmparatorluk hayali: Putin, dağılan eski Sovyet Cumhuriyetleri üzerine kontrolü arttırarak Rusya’yı yineden eski günlerine geri götürme hevesi taşıyor. Yakın zaman evvel, Gürcistan seçimlerini, “Putin’in kuklası” denen İvanişvili liderliğindeki parti kazandı. Putin’in Ukrayna’da falan yaptıklarını anlatmama gerek yok. Peki Erdoğan? Osmanlı sınırlarında yer alan Kürdistan, Mısır, Tunus gibi bölge ve ülkelerin liderleri de son AK Parti kongresindeydi. Dolayısıyla Amerikan Cumhuriyetçilerinin, Türkiye’yi yeni bir Osmanlı devleti kurmaya çalışmakla itham etmeleri, Obama’yı da bu projeye destek olmakla suçlamaları boşuna değil. Cumhurbaşkanlığı-Başbakanlık: Putin 2000’den 2008’e devlet başkanlığı yaptı ancak anayasa nedeniyle üçüncü kez bu göreve seçilme şansı yoktu, bunun üzerine istediği gibi kontrol edebileceği bir isim olan Dimitri Medvedev’in devlet başkanlığına seçilmesini sağladı, kendisi de başbakan kaldı. 2012’de siyasal sistemdeki oynamalarla seçimlere girdi ve bir değiş tokuş yaptı: bu kez altı yıllığına yeniden devlet başkanı oldu... Medvedev de başbakanlığı aldı. Bu durum Erdoğan’ın kontrolü elden bırakmadan Köşk’e çıkma isteğiyle ilgili spekülasyonları çağrıştırıyor. Eleştiriye tahammülsüzlük: Putin eleştiriye tahammüllü değil, eleştirenlere de bire bir takıyor, gazetecilerden tutun da Pussy Riot gibi müzik gruplarına kadar. Davaları için saçını süpürge edenlerde görülen bir alınganlığa sahip Putin. Eleştiriyi kendine yapılmış bir yardım ya da bireylerin vatandaşlık hakkı olarak değil, nankörlük veya maksatlı bir saldırı olarak görüp cezalandırıyor. Güçlü bir liderin bu kadar küçük şeyler üzerinde durması, ondaki gizli özgüven zayıflığına bağlanabilir. Yıkılmış bir sosyalist sistemin türbülansından çıkıp gelmiş, bilinçaltında her şeyin birden bozulup geriye gidebileceği endişesi taşıyor ve sonuç olarak en küçük eleştiriyi tehlike olarak algılıyor. Erdoğan da askerî vesayet sisteminin türbülansından çıkıp geldi. O da bugün güçlü bir lider ama Putin’dekine benzer kaygılarla hareket ediyor... Gazeteci Nuray Mert’i meydan konuşmalarında eleştirmiş ve ardından aynı gazeteci işini kaybetmişti. Maço ve kontrolcü: Putin ilerleyen yaşına rağmen hoş ve fit bir erkek; spor yapıyor, birçok hobisi var. Erdoğan’ın hobisi yok, spor yapmıyor ama Putin kadar fit hatta daha da yakışıklı. İkisi de kontrolcü, maço ve sert mizaçlı. Dipten geldiler: Putin, gizli servis KGB’de alt düzeyde bir yöneticiydi, Erdoğan ise İETT’de geçici işe alınmış bir çalışan. İkisi de bugün nerede. Bizde Erdoğan’ın doğum günü milletçe kutlanmadı hiç. Bu da hem Erdoğan ve Putin arasında, hem de Türkiye ve Rusya demokrasileri arasındaki önemli bir fark. hidirgevis@yahoo.com twitter.com/ hidirgevis

#navbar-iframe { height: 0px; }