15 Temmuz 2009 Çarşamba

Mucizevi dert annesi Misis Destur


Çanak Anten’den bomba transfer!!!. Psikolojik dert annesi Misis Destur geliyor…. Herkes onu hayal ürünü sanıyor ama o gerçek bir şahıs… Sahiden…

Misis Destur, bir psikolog muayenehanesinde sekreter olarak çalışıyordu. Bir gün muayenehanenin doktoru öldü ve geride kalan hastalarla Misis Destur ilgilendi. Bu gözükara girişim, Misis Desturun mucizevi bir başarı göstermesiyle sonuçlandı. Görüştüğü bütun akıl sağlığı SAGLIKSIZ hastalar, ilk seansta iyiliştiler. Eeeee iyileşen hastalar bir daha muayenehaneye uğrama gereği duymadılar tabii. Bunun üzerine Misis Destur müşteriz kaldı ve sağolsun dükkanı kapatıp bize gelerek burada, yani canakanten.net de işe başladı. Misis Destur bundan böyle sizi iyileştirecek. Üstelik bedavaya, üstelik tek bir mektupla.
Ancak şunu peşinen söyleyelim, O sadece cinayete meyilli okurlarımızın durumuyla ilgileniyor, bir hayli uzunca olan sloganı ise şu: “Cinayet işlemeden evvel oturun ve bana bir mektup yazın, sonra da mektubunuzun cevabı çanakanten’de yayınlanıncaya kadar bekleyin. Burada benim size vereceğim cevabı okuduktan sonra, kararınızdan belki vazgeçecek belki de vazgeçemeyeceksiniz. Ama büyük bir ihtimalle vazgeçeceksiniz…”
Sayın Destur'un kısa metrajlı sloganı ise şu: Okşş… okşşş.. okşşş..

12 Temmuz 2009 Pazar

Top tüfek palavra sıra cyber savaşta


Hıdır Geviş- Taraf Gazetesi
Nazar değmesin ama New York ve civarında son bir haftadır havalar bayağı güzel: Hem güneşli hem serin. Normalde bu mevsim, nemli, sıcak ve yapış yapıştır, bu nedenle insanlar pek dışarı çıkmak istemezler. Ancak Sybil ve ben geçen pazar günü dışarıdaydık, havanın sıradışı güzelliğinden istifade etmek istemiştik. Hudson sokağı üzerindeki Philip Marie’de brunch aldıktan sonra çıkıp yukarıya doğru yürümeye başladık. 11. Sokak’tan sola dönerek Meatpacking’e girdik. Aradığımız High Line Park işte tam orada, havada... Ankara’daki Sıhhiye köprüsü gibi. Onun daha da uzun hali. Eski bir demiryolu bu. Zamanında havada değil aşağıdaymış. Ancak raylar üzerinde yük taşıyan trenler, kalabalık sokaklarda çok kaza yapıyor, çok can alıyorlarmış. Şehir yönetimi çareyi, havada, uzun bir köprü-yol inşa etmekte bulmuşlar ve üzerine de rayları döşeyip treni yukarıya taşımışlar. Zamanında çok işe yarayan bu demiryolu, şehirdeki değişimle birlikte işe yaramaz olmuş. 1980’den sonra da hiç kullanılmamış. Şehrin yeni yönetimi 2006’dan beri burayı park yapmak için çalışıyordu. Bu park nihayet 1 ay önce açıldı. Bayağı bir ziyaretçi vardı o gün. Merdivenlerle yukarı çıkıp demiryolu parkında yürüyünce, Hudson nehrini, nehirden geçen yelkenlileri ve New York mimarisini daha iyi görüyorsunuz. Buraya öyle süslü püslü çiçekler ekmemişler. Bitkilerin hepsi doğal, rayların kenarında boy salmış çimenleri görmek güzel. Modern üslupla dizayn edilmiş oturma bankları da ilginç. Çok yaratıcı, çok güzel bir park burası. Ama Sybil bu güzel yürüyüşü burnumdan getirdi. Sürekli bilgisayarını çökerten virüslerden bahsetti durdu. YA BEYAZ EV’DE NE OLDU? Sybil’i bilirim, bana söylemese de bilgisayarına internetten bedava porno filmler indirdiği için virüs kaptığının farkındayım. Peki ya aynı hafta sonu, Beyaz Ev’deki bilgisayarlara ne oldu, onlar neden çöktü? Yoksa orada çalışan devlet yetkilileri de mi Sybil gibi porno film indirirken virüse kapıldılar? Yok yok değil... Onlar sadece cyber saldırının kurbanı oldular. Nasıl mı? Anlatayım... Bizim misafir gezdirdiğimiz o hafta sonu (yani Amerikan Bağımsızlık günü kutlamalarına denk gelen hafta sonu) boyunca Amerika’da ilginç bir saldırı yaşandı. Beyaz Saray ile birlikte, teknoloji hisselerinin işlem gördüğü NASDAQ, hatta FBI, hatta CIA ve Savunma Bakanlığı’nın bilgisayarına bile yoğun bir virüs saldırısı yapıldı ve sistemleri çökertilmeye çalışıldı. Saldırının, Çin, Japonya, Güney Kore ve ülke içindeki zombi bilgisayarlardan (kaydı bulunmayan, sahibi belli olmayan hayalet bilgisayarlar) geldiği tesbit edildi. Geçen salı günü Güney Kore’deki belli stratejik merkezler de cyber saldırıya uğrayınca, bazı Amerikalı yetkililer işin içinde Kuzey Kore’nin olduğunu düşündüler. Olayı Kuzey Kore’nin cyber savaş atağı olarak yorumlayanlar oldu. Ancak kalkıp Kore’ye bu nedenle savaş açmak da hiç olacak iş değildi, çünkü bu organize bir devlet saldırısı mı yoksa tek tek bireylerin saldırısı mı tespit edilemiyordu. Ancak anlaşılmıştı ki organize ve iyi bir cyber savaş, bir ülkeyi rahatlıkla kaosa sürükleyebilir ve hayatı felç edebilirdi, üstelik tek bir kurşun atılmadan, havadan en pahalı bombaları bırakmadan, tek bir insanın canını kıymadan... Bunun bir başka örneği 2007 yılında Estonya’da yaşanmıştı. Başkentte telefon sistemi çökmüş, devlet ofisleri çalışamaz olmuştu. Estonya saldırıyı Rus devletinin organize ettiğini iddia etmişti. Aslına bakarsanız Amerika’daki pek çok stratejik kuruluş, eskiden beri her gün binlerce kez cyber saldırıya uğruyordu. Bu saldırılardan bazılarının arkasında ise rakip devletler olduğu düşünülüyordu. Eski Başkan Bush, Çin’i ülke bilgisayarlarına sızıp bilgi çalmakla itham etmişti. Bunun yanı sıra çalıştıkları şirketlerin bilgisayar programlarına, mantık bombası denilen bir çeşit kod koyarak, çok önemli bilgileri ortadan kaldıran insanların saldırıları da vardı... İşte bütün bu saldırlar, ülke içinde hayati öneme sahip noktaların savunma konusunda ne kadar hassas olduğunu ortaya çıkardı. Başarılı bir saldırı ülkeyi felakete sürükleyebilirdi. Bu gelişme, cyber savaş kavramının daha ciddi tartışılmasını beraberinde getirdi. 2007 yılına gelindiğinde Amerikan Hava Kuvvetleri içinde bir Cyber Saldırı Komutanlığı kurulması gündeme geldi. Geçtiğimiz mayıs ayında, Başkan Obama, Cyber Güvenlik Koordinatörü atayacağını bile açıklamıştı. Son Rusya ziyaretinde, yine bu konunun da gündeme getirileceği söylenmişti, önümüzdeki güz yapılacak BM Genel Kongresi’nde de konu ele alınacak. Türk ordusu bünyesinde cyber savaş adlı bir departman var mı yok mu bilmiyorum. Ama dünyadaki bütün ordulara tavsiyem şu olabilir, insan öldürme gibi vahşi bir mantıkla kurgulanmış askerî yapılar, yeni çağda hiç bir işe yaramıyor. Son 40 yılda dünyanın değişik bölgelerinde çıkan savaşların her birinden, taraflardan ikisi de yenik çıktı. O nedenle, diyorum ki alın zıpkın gibi bilgisayar programcılarını, yazın programları, yollayın virüsleri, ille de birilerini teslim alacaksanız, aklınızla alın, kansız ve acısız alın...

11 Temmuz 2009 Cumartesi

CİNAYET İŞLEMEDEN EVVEL OTURUN VE BİR MEKTUP YAZIN


Psikolojik dert annesi Misis Destur geliyor. O DA KİM??? Diyeceksiniz ama cevabını hemen öğrenemeyeceksiniz. GELİşMELERİ Sİze bildirecegiz. HEYECANLA BEKLEYIN….BAKALIM BEKLEDIĞiNİZE DEĞECEK Mİ… OKŞ OOKŞŞŞ OOOKŞŞŞŞ

FUNDAMENTAL KAPİTALİZMİN SONU


Bütün dünyayı etkileyen son ekonomik krizin ardından şimdi herkes kapitalizmin geleceğinin ne olacağını sorguluyor. Görünen o ki özellikle Amerika’da, şirketlerin aşırı özgürlüğüne ve devletin piyasaya en az müdahalesine dayalı fundamental kapitalizm yerini başka türlü bir kapitalizme bırakıyor.

Hıdır Geviş-New York

Birinci Dünya savaşı sonrası yıllar, Amerika için önemli bir dönüm noktasıydı. Kimileri bu dönemi ikinci endüstri devrimi olarak görürken, kimileri de Amerikan rüyasının en ışıltılı yılları olarak değerlendirir. Elbette o dönemde her iki iddiayı da destekleyen bir sosyal ve ekonomik manzara vardı. Çalışanlara yüksek ücretler verılıyordu, dolayısıyla halkın alım gücü gün günden yükseliyordu. Hatta bu tüketiciler, Ford’un mükemmel biçimde dizayn edilmiş otomobil fabrikalarında üretilen T Ford modellerine kolayca 250 dolar verip, ayaklarını yerden kesebiliyorlardı. Amerika’nın bir ucundan diğer ucuna uçakla seyahat etmek bu dönemde başladı. Çamaşır makinasi gibi pek çok elektrikli eşya yine bu dönemde evlere girdi. Ancak Amerikan rüyasi dedikleri bu tatlı hayat, 1929 da başlayan Büyük Ekonomik Buhranla birlikte aniden sona erdi. Amerikan halkı için iyileşmesi çok uzun zaman alan, çok ama çok zor yıllar böyle başladı, herkes fakirleşti.
Amerikalı yazar F. Scott Fitzgerald’ın Muhteşem Gatsby (The Great Gatsby) adlı romanı, bu dönemi en iyi resimleyen edebiyat ürünlerinden biridir. Kitap zaten ışıltılı dönemin sonlarına doğru, yani 1925’de piyasaya çıktı. Hikaye; alkolün, caz müziğinin, yollara düşen lüks arabaların, şatafatlı sosyete partilerinin ve yeni ekonominin zenginleştirdiği, 20’li 30’lu yaşlardaki bir kuşak etrafında dönüyordu. Romanın kahramanlarından Nick’in iki zengin arkadaşıyla ilgili söylediği sözlerden biri, dikkate deger, “Tom ve Daisy inanılmaz derecede umursamaz insanlar. Tek yaptiklari her şeyi ve herkesi mahvetmek ve sonra paralarının güvenli sığınağına geri dönmek. Onları bir arada tutan şey de bu umursamazlıkları zaten. Başkalarına düşen ise onların yarattığı enkazı düzeltmek..”
Bu tanımlama, dönem ekonomisine yön veren özellikle borsa zengini sınıfa yöneltilmiş bir eleştiriydi aslında. Kapitalits sistem müthiş bir ekonomik başarı göstermişti, dolayısıyla bu sınıf, kendini vareden sisteme sorgusuz sualsiz bir güven ve kayıtsız şartsız bir teslimiyet içine girmişti. Nitekim, bu kendinden asla kuşku duymama tavrı, kapitalizmin her mevsiminde dönemlerde varlığını sürdürdü. Tipki günümüzde odugu gibi: 2008 sonlarında başlayan ve halen şiddetli biçimde devam eden ekonomik krizi yaratan oyuncular da benzer bir tutum sergilediler, ta ki kriz başlayana ve pek çok büyük dunya şirketi iflas bayrağını göndere çekene kadar.
Oysa kapitalist sistemin oyun kuruculari, durum bu aşamaya gelene kadar, varolan sistemin mükemmel biçimde işlediğini düşünüyorlardı, dolayısıyla serbest piyasa ekonomisine kurallar getirilmesini ve Wall Street’e müdahale edilmesini isteyenleri, lüzumsuzca cırlayan çatlak sesler olarak algılılamakta hiç bir sakınca görmüyorlardı. Eğer kural gerekiyorsa onları da şirketler koyardı, devlet değil. İşte bu arrogant tutum onların bütün eleştirilere kulak tıkayarak tam gaz yollarına devam etmelerine neden oldu; taki ucurumun kenarına gelene kadar. Yani 1929 bunalımından bu yana gerçekleşen en büyük ekonomik krize bu zihniyetle gelindi
Hatta bu sınıf, sırtlarını dayadıkaları kapitalden öyle güç alıyordu ki krizin geliyorum diyen somut işaretlerini gösterenleri ciddiye bile almadılar. Sonuçta hepinizin de şahit olduğu ve yasadığı gibi, müthiş bir sosyal ve ekonomik enkaza yolaçtılar, tıpkı Muhteşem Gatsby’deki Tom ve Daisy’nin kendi çevrelerinde yol açtıkları enkaz gibi. Bugün adeta yeryüzündeki bütün fay hatlarını harekete geçiren bir sarsıntıya yol açan bu enkazı düzeltmek, Obama ve ekibine düşüyor. Enkazın altında kalanlar ise, çocuklarının okul taksitlerini ödeyemez duruma gelen, işini ve evlerini kaybeden orta ve düşük gelirli Amerikan halkı... Bu enkazın altında kalanlar sadece onlar değil, Atlantiğin öteki ucundaki Avrupa ve daha ötedeki uzak doğu ve güneydeki Afrika, kısaca bütün dünya…

KÖKLER REAGAN’A İNİYOR

Şimdi Amerika’da herkes bu duruma nasıl gelindiğini soruyor ve haliyle tarih koridorundan geriye giderek, sorunun köklerine ulaşmaya çalışıyor. Bu iz takipçiliği, onları , Hollywood dan tekavud olduktan sonra, Beyaz Ev’e yerleşen ve kendinden bir soğuk savaş gladyatörü yaratan Amerikan başkanı Ronald Reagan’a kadar götürüyor.
Gerçekten de bugünkü krize neden olan ekonomik sistemin temeli, esas olarak Reagan döneminde (1981–1989 ) atıldı. Bu model, devletin ekonomideki rolünü sıfıra indirmeye çalışan fundemantel (köktenci) bir serbest piyasacılıktı. Nitekim Reagan’ın, daha seçim kampanyası sırasında ağzından çıkan sözler, onun devlet ve ekonomi ilişkisi konusunda perspektifini tartışmasız bir netlikle ortaya koyuyordu. Şöyle diyordu Reagan: “Devlet toplumun problemlerine çözüm olamaz, tam tersine problem olur. İngilizcedeki 9 berbat sözcük şudur: Ben devletten geliyorum ve burada size yardım için varım.”
Regan’ın bu ekonomik modeli, dönemin soğuk savaş atmosferinden beslenerek güçlendi. Çünkü soğuk savaşın öteki ucunda yer alan “düşman ülke” yani Sovyetler Birligi, tam tersine ekonomide iplerin devlet elinde olduğu kominist sistemin en büyük kalesiydi. Dolayısıyla Reagan ekonomisi, bu sistemin radikal bir antitezi olarak şekillendi. Bu şekillenmenin ideoloğu Milton Friedman’dı, Friedman’ın fikirlerini hayatta geçiren ise eski Merkez Bankası başkanı Alan Greenspan’den başkasi değildi... Hatta bankaların yatırım ve ticari bankalar olarak ayrışması da bu dönemde gerçeleşti.
Friedman ve Greenspan ikilisinin yarattığı dalganın gücüyle, piyasayı kontrol eden yasal düzenlemeler bir bir kırıldı, dolayısıyla devletin ekonomik piyasalarla olan bağı iyice zayıfladı. “bırakınız yapsınlar bırakınız geçsinler’ (laissez faire) ilkesinin sancak edildiği bu ekomik iklim, şirketlere abartılı bir özgürlük verdi. Elbette bu özgürlükten olumlu sonuçlar da alınmadı değil, ornegin serbest piyasa ekonomisi, uzak doğunun fakir ülkelerindeki ekonomik zenginleşmede onemli bir kaldiraç islevi gördü.
Ancak Regan döneminde başlayan, Baba Bush’a kadar süren, Clinton döneminde ışıltılar saçan bu sistemin yan ekileri, esas olarak oğul Bush’un başkanlığının, ikinci döneminde ortaya çıktı. irili ufaklı krizleri, en son yaşadığimız ana kriz izledi; ancak bu ana kriz öyle bir krizdi ki 1929 yılındaki büyük ekonomik buhran sonrası yasanan en buyuk ekonomik kriz olarak tarihe geçti.
Krizle birlikte serbest piyasa ekonomisinden şüphe etmeyi günah sayanlar, sistemi sorgulamaya ve daha kuşkucu yaklaşmaya başladılar. Bilindigi gibi kriz öncesinde zaten bu sistemi sol cenahtan eleştirenler hep vardı ve ağızlarından hiç de güzel laflar çıkmıyordu.

ŞİRKET FEODALİZMİ

Peki bu karşı cephenin iddiları neydi? Onlara göre, finans piyasası hakim olunamaz bir canavara dönüşmüştü, bu canavarın iplerini elinde tutanlar ise yatırımcılığı ve finans sektörünü poker oyununun farklı bir vesiyonuna dönüştürmüşlerdi. Hatta bu oyunun kuralları bazen büyük finans şirketlerinin CEO’ları tarafından bile çözülemeyecek kadar karmaşık olabiliyordu. Acıkcası meydan, dizginsiz şirketlere kalmıştı. Öyleki devletin, bu şirketleri, yasal kurallarla belli bir standardart içine sokmaktan geri durmasının sonuçları pahalıya patladı. Özellikle finans sektöründe, şirketler, gerçek değerinden çok öte rakamlarla işlem görüyor ve arka perdede bir sürü rantlar ve hokus pokus oyunlari dönüyordu. Gıda alanındaki şirketler, kullandıkları zararlı kimyasal katki maddeleriyle halk sağlığını tehdit ediyorlardı. Kredi kartı şirketleri, uyguladıkları tuzakçı yöntemlerle, tüketiciler üzerinde haksız kazanç elde ediyorlardı. Yine bu dizginsizlik ve kontrolsüzlük global ısınma gibi korkunç bir belayı dünyalıların başına musallat etti. Fundamental piyasa ekonomisinin bir başka yan etki ise, dünyanın pek çok ülkesinde yaşanan inanılmaz ölçülerdeki çevre kirliliğiydi. Bunun ötesinde, Amerika gibi ülkelerde, devletin sosyal alanlara yaptığı yatırımların azaltması, ilk ve orta derce egitimi seviyesinin iyice düşmesine sebep oldu, sağlık sektörü ise büyük ilaç ve özel sigorta şirketlerinin kendi keyiflerine göre at oynattığı bir rant alanı halini almıştı.
Soldan gelen elestirilere gore, bütün bu gelismelerin sonucunda, Amerikan orta sınıfı yavaş yavaş bulunduğu sahneden çekilmeye yerini ise zenginlerin daha zengin fakirlerin ise daha fakir olduğu iki sınıflı bir ülkeye bıraktı.

ADİL PİYASA EKONOMİSİ

Şirketlerin kontrol edilemez biçimde halkın çıkarları karşında adımlar atması, bazıları için adı konmamış bir şirket otokrasisiden başka bir şey değildi. Hatta Gar Alperovitz America Beyond Capitalism adlı kitabında bu durumu şirket feodalizmi olarak tanımlamış ve buna karşı daha adil bir piyasa ekonomisi geliştiriebileceğini iddia etmişti. Alperovitz çizgisinde olanlara göre nasıl ki komünist rejimlerde devlet diktatörlüğü söz konusu olmuşsa, fundamental kapitalist sitemde de şirket diktatörlüğü söz konusuydu. Nitekim onlara göre rakiplerini satın alarak ve küçük şirketleri yokederek büyüyen ve dünyaya yayılan bu şirketler, bir süre sonra sahipleri belirsiz, önüne geçilemez dev bir canavara dönüşmüşlerdi.
Bu kesimin ortaya attığı iddialar icinde akla yatkın noktalar da vardı. Aşırı büyüme başarının yanı sıra bu şirketlerin içten içe çürümelerini de beraberinde getirmisti. Çünkü bu cokuluslu sirketler çok fazla büyüyerek kendi içlerinde bürokratik bir sistem geliştirdiler ve hantallaştırlar, dolayısıyla küçük şirketlere özgü olan hızlı hareket etme, şeffaflık, yeniliklere ayak uydurma, yeni koşullara göre taktik değiştirme ve keşifcilik gibi yeteneklerini kaybetmeye yuz tuttular. Bu şirketlerin başında yer alan CEO’lar bir çesit modern derebey olmakla suclandilar. Aşırı derecede abartılı maaşlar ve ikramiyeler alıyorlardı, üstelik bu insanların öyle bulunmaz Hint kumaşı olmadıkları da biliniyordu.
Bununla birlikte, bir zamanlar nasıl demir perde ülkeleri için mistfikasyonlar yapılıyorduysa bu şirketler için de aynı şey yapılmaya başlandı. Çünkü şirketlerin şeffaf gibi duran derisi , aslında bir çeşit demir perdeydi ve o perdenin arkasında ne dolaplar döndüğüne kimsenin akıl sır erdirdiği yoktu. Amerika’nın büyük şirketinden biri olan Enron un bir gecede iflas ederek tarih sahnesinden silinmesi bu durumun en somut örneğiydi.

SOROS’UN TEZİ

Soldan gelen bütün bu uyarı dolu eleştirilere rağmen, Uluslarası Para Fonu (IMF), klasik serbest piyasa ekonomisini bütün dünyada inşa etme ilkesinden hiç taviz vermedi ve revizyonu düşünmedi. Hatta Birleşmiş Milletler’in Milenyum hedeflerinden de bile bütün dunyada özelleştirmenin gerçekleştirilmesi çabasına yer veriliyordu.
Ancak son krizle birlikte serbest piyasacı ekonomik sistemi eleştirmek sadece solda kalan grupların işi olmaktan çıktı, artık merkezdekiler de bir şeylerin yolunda gitmediğinden şikayet ediyorlardı.
Nitekim global kapitalizmin en meşhur finans oyuncularından biri olan 78 yaşındaki Amerikalı milyarder Soros, bu konuda şikayetçi olanlardan biriydi. Bu efsane isim, daha bir kaç ay evvel New York daki Columbia üniversitesinde ekonomist ve bankerlerin katıldığı bir toplantıda ilginç bir değerlendirmede bulundu. Soros, yaşadığımiz krizin, 1980 lerde, yani Reagan döneminde finans alanında yapılan düzenlemelerden kaynaklandığını söyleyerek, gelişmelerin serbest pazar ekonomisinin sonunu işaret ettiğini vurguladı.
Benim fundamental kapitalizm olarak ifade ettiğim kavramın essas isim babası da George Soros’du. Bu kavram, Soros’un “The Crisis of Global Capitalism” (Global kapitalizmin krizi) adlı kıtabıyla popülerleşti. Kitapta, 19. yüzyılda laissez faire olarak anılan kavram, market fundamentalizmi olarak tanımlıyordu.
Soros’un eleştirilerine Nobel ödüllü ekonomist Joseph Stiglitz de katılıyordu. Bir zamanlar dünyada hayranlık yaratan Amerikan ekonomik sistemine artık kimsenin saygı duymadığını ve bu sistemi sorguladikalrini söylüyordu. Çünkü herkes dünyadaki krize bu sistemdeki bozukluğun yol açtığını düşünüyordu.
Bu sebepledir ki Obama yönetiminin, ekonomiyi tamir ederken hareket noktası, laises faire tezine tapınan Reagan’ın tam tersinden hareket etmekti. Dolayisiyla, oncelikli olarak, devletin finansal piyasalarda daha etkili olmasını sağlayacak yasal düzenlemeler getirildi. Böylece finansal fiyasalardaki mevcut boşluklar kapatılacaktı.

BOLŞEVİK OBAMA-ÖZELLEŞTİRME DEVLETLEŞTİRME ÇEKİŞMESİ

Obama’nın ekonomik ve siyasi politikaları, fundamental kapitalizme hala baglilik duyanlar için Bolşevik Rusyasın’dan çıkıp gelen bir hayaletten başka bir şey değildi. Bu nedenle medyada Obama’nın komünist olduğu iddiaları bile ortaya atıldı. Neden? Çünkü özelleştirmenin tersi yaşanıyor, Amerikan devleti AIG gibi dev şirketleri satın alıp şirket sahibi oluyordu… krizden etkilenen şirketlerin batmaması için önemli destek paketleri çıkarıyordu… Devletin 80’lerden bu yana tumden donmus olan alt yapı yatırımlarının artırılması için ödenekler veriliyordu…. Böylece yerel ve bölgesel yönetimlerin yatırım yapma yoluyla ekonomiyi canlandırması bekleniyordu…. Eğitim kalitesinin arttılması için bu alanana da önemli ödenekler çıkarıldı. Bununla da yetinilmedi, fundamental kapitalizmin enerji kaynağı petrol yerine, yeşil enerji tercih edildi. Hatırlayalım, vakti zamanında Reagan, bir önceki başkan Carter’in topluma örnek olsun diye Beyaz Ev’e yaptırdığı güneş enerjisi panelerini “astarı yüzunden pahalı maloluyor”iddiasıyla söktürüp attırmıştı. Bununla da yetinmemiş, rüzgar ve güneş enerjisi alanındaki teşvikleri kaldırmış, sadece petrol enerjisine yoğunlaşmıştı. Ancak Obama şimdi tam aksine, yeşil enerjiye yatırımı teşvik için milyarlarca dolarlık ödenekler çıkarıyor.
KAPİTALİZM KÜLLERİNDEN YENİDEN DOĞACAK MI
Şimdi herkes mevcut fundamental ekonomik sistemin nasıl bir forma dönüşmesi gerektiği üzerinde duruyor. Bu konuda en çarpıcı yaklaşım Hindistanın ünlü sanayi grubu Tata’nın (Tat Nano’nun üreticisi) en etkin isimlerinden biri olan R.K. Krishna Kumar’dan geliyor. Kumar, bu ekonomik çüküşün kapitalizmi yeni bir forma sokacağını iddia ediyor. Ona göre yeni sitemin kapısını açacak olan iki anahtar var, 1. Gelişmemiş ülkelerde satın alma gücünün arttırılması 2. Etik, yani şirket ahlakı konusunda atılım yapmak. Bu anlamda daha manevi hareket etmek ve yanlışları görüp değişmek.
WorldCom’un eski CEO’su Bernard Ebbers’in, mevcut ekonomik sistemde şirketlerin kontrolden çıktığı iddiası tekrar hatirlandiginda, Kumar’ın çözüm konusundaki önerileri ve Obama’nın şirketleri yasalarla kontrol etme çabası daha da akla yatkın hale geliyor. Bütün bunlara rağmen yeni kapitalizmin nasıl olacağı konusunda şimdiden kesin yargılar beslemek kolay değil… Bekleyip, kapitalizmin küllerinden nasıl yeniden doğacağini hep birlikte görecegiz.

#navbar-iframe { height: 0px; }