27 Nisan 2008 Pazar

Aman avcı vurma beni



Aman avcı vurma beni

Hıdır Geviş-Taraf gazetesi

Bu hafta, yazar Fatih Özgüven New York’daydı. Geçtiğimiz çarsamba O’nunla buluşup hasret giderdik. Çok özel bir sey yapmadık. Manhattan’ı yürüyerek dolaşmak Fatih’in en sevdiği sey, dolayısiyla biraz yürüdük, bir lokantada bir şeyler yedik, bir kitapçıya uğradık, bir kafeteryada kahve içtik.

İnsan Fatih’in yanında kendini inanilmaz rahat hissediyor. Bazı arkadaşlar vardır hani, ayaklarına dolanan bir tür gündelik hayat RTÜK’ü gibidirler: Sürekli seni kontrol eder, onların onaylamadığı bir şey yaptığında ise bakışlarıyla ya da sözleriyle seni yargılamaya kalkarlar. Elbette bu tür arkadaşların uyguladığı psikolojik tacizler sizi yorar, hatta canınızdan bile bezdirebilir. Ancak Fatih’de öyle şeyler yok. İlişkiyi tek yanlı hale getirip kendi ilişkisi yapmaya çalışmıyor. Üstelik geride bıraktığı onca güzel makaleye, çeviriye ve kitaba rağmen çok alcakgönüllü biri. Başarılarıyla karşısındakini ezmeye kalkışmıyor. Zaten Fatih böyle olmasaydi, Bilgi Üniversitesi’ndeki öğrencileri O’nu bu kadar çok sevmezdi.

Ben Fatih’in bu davranış biçimini, Ondaki sağlam bir kendine güvene ve kendiyle olan barışıklığına bağlıyorum. Ne yazık ki Türkiye toplumunda yüksek eğitime sahip olanlar ile paraya sahip olan insanlar arasında nadir görülen bir ozellik bu. Bunun nedenlerine geleceğim. Ama önce bir sonraki gün katıldığım bir partiden sözetmem lazım.

Perşembe günkü partiye 2 saat geç gittim, buna rağmen içersi hala kalabalıktı. Midtown’ın doğusunda yer alan BlackFinn adlı bir barın üst katında yapılıyordu bu parti. Klasik bir İrish barı. Pek bir özelliği yok, sadece rahat bir mekan.

O saate kadar partideki herkesin biraz içmiş, azıcık çakırkeyif ve yelkenleri hafif koyvermiş olmaları beklenir degil mi. Yok hayır, hiç de öyle değildi. Özellikle de erkekler, sanki sınır boyunda nöbet tutuyorlar. İnsan azıcık sarhoş gibi davranir, hafif gözleri kayar, agzı bir milim yamulur. Yok, bu erkekler kendilerine karşı çok pür dikkatler, gözleri başkalarından çok kendi üzerlerinde. Kızlarımız deseniz yine öyle. Ben biraz yavru köpekler gibiyim. Haliyle hemen herkese yanaşıyorum. Ancak kızlar sanki, ”höst asılma, geri bas karabaş” hallerindeydi. “Aman size mi kaldim, Allah yazdıysa bozsun” diyecektim ama diyemedim işte.

Hani Türkiye insanını tanımayan bir Amerikalı böyle bir ortama düşse, Türkiyeliler’in çok soğuk, hiç de arkadaş canlısı olmayan, üstelik arrogant (küstah) bir toplum olduğunu bile düşünebilir. Zaten buradaki insanların tavrından da bundan başka bir sonuç çıkarmak mümkün değil.

“Allah Allah, ne iştir, misafirperver Türkiye insanı ne zamandan beri bu hale geldi” diyeceksiniz, Ona da geleceğim.

Bu parti bir networking partisi. Gilda adlı yaman mı yaman, zeki mi zeki, şirin mi şirin bir kız tarafından düzenlenmiş. Gilda daha önce de buna benzer partiler düzenlemiş. Amacı Türkiyeli olup New York’da yaşayan ve finans sektöründe çalışan profesyonelleri biraraya getirmek ve böylece katılımcıların, kendi aralarında bir dayanışma ilişkisi kurmalarına olanak sağlamak. Yani insanlar buraya gelip yeni insanlarla tanışiyor ve kendilerine bir çevre ediniyorlar. Ne güzel değil mi.

Bu tür partiler burada çok yaygın, adına da “networking events” deniyor. Örneğin doktorlar, mühendisler, feministler, gayler kendi aralarında bu tür partiler düzenleyip bir “community” yani bir topluluk yaratmaya ve bu topluluğun bir parçası olmaya çalışıyorlar. Bir Hedge Fund şirketinde çalışan arkadaşım Etienne, bu tür partilerin müptelesi. Bu yolla, hiç de azımsanmayacak sayıda cok iyi arkladaşlar edindi. Güney Afrika asıllı bir beyaz adam olan Etienne, özellikle 1983 den beri faaliyet gösteren The New York Bankers Group etkinliklerini hiç kaçırmıyor. Bu grupta finans sektöründe çalışan gay kadın ve erkekler yer alıyor.

Belirtmekte fayda var. Bu tür partileri düzenleyenler 10 dolar, 20 dolar bazen daha da fazla giriş parası alırlar ve bundan elde edilen parayı da bir sonraki organizayon ya da bir hayır işi için harcarlar. Ancak Gilda, tümüyle kendi bireysel emeğini koyarak düzenlediği partilerden giriş parası almıyor.

Dönelim Türkiye asıllı finansçıların bir araya geldiği event’e... Kimse kendini benden koruyamaz . Oradaki insanların bütün soğukluğuna rağmen, gözüme kestirdiğim, aklıma yatan herkesle tanıştım. Ancak onlarla tanıştıktan sonra gördüm ki bu insanlar aslında hiç de burnu kalkık, kedini beğenmiş tipler değillermiş. İçerinden çok tatlı insanlar var. Yaptıkları iş konusundaki bilgi ve tecrübelerine ise diyecek yok. Peki kardesim neden kendilerini başkaları için yaklaşması zor insanlar haline getiriyorlar? Sakın bu karşı taraftan gelebilecek riskli bir takım davranışlar için baştan insa edilmiş bir çeşit kendini koruma kalkani ya da kendini kapatma yöntemi olmasın. Acaba bu insanlar da baskalarına karşı genel bir güvensizlik mi var.

Çok uzatmaya gerek yok. Bunun sebebi Amerikaliların “personel insecurity” dedikleri şey. Türkçedeki karşılığı tam nedir ben de bilmiyorum. Ne zamanki üniversitelerin psikoloji departmanlarında çalışan üşengeç biliminsanları bu konularda yazıp çizer, o zaman biz de öğreniriz. Ama şöyle izah edebilirim. Kendine güvensizlikle, kendini güvende hissetmeme, başkalarına güvensizlik ile narsizm ve aşağılık kompleksinin kombinasyonundan oluşan bir tür psikolojik durum. Biliyorum , çok anlaşılır bir tanım olmadı. Fakat hiç acele etmeyin, birazdan her şey daha anlaşılır hale gelecek.

Türkiye’yi en son ziyaretimde, Songül ablamın Ankara daki evindeyiz. Serdar Ortaç’ın da konuk olduğu bir TV programını izliyoruz. Ortaç’ı izlerken o kadar gerildim ki evdekilerden kanalı değiştirmelerini rica ettim. Çünkü Serdar Ortaç inanılmaz derecede gergin duruyordu, belli ki o an bulunduğu ortamda hiç rahat değildi. Halbuki programa katılan diğer konuklar gayet eglenceli, nazik ve hoş insanlardı. Yani onlardan kaynaklanan hiç bir sorun yoktu. Sorun Ortac’ın kendisinden kaynaklanıyordu.

Serdar Ortaç yüksek voltaj verilmiş bir ampulu anımsatmıştı bana, sanki her an pat diye patlayacakmış gibi… Bu nedenle adama bakamadım. Çok yoğun ve ters bir enerji yayıyordu. Stüdyodaki koltuğunda oturuyordu oturmasına ama sanki her an oradan çekip gitmek istiyormuş gibi bir hali vardı. Beden dili ise tıpkı acemi bir hırsızın bir mağazadan bir eşyayı çalma anındaki beden dili gibi işliyordu. Hadi hırsız yakalanmaktan korkar da gergindir, peki Serdar Ortac a ne oluyordu? Ne bu gerginlik bu celal.

Söyleyeyim o da yakalanmaktan korkuyor. Tipik bir insecure vakası yani.

İnsecure insanların yaşadığı çok temel bir korku var: Karşı tarafın onlardaki bir şeyi keşfetme korkusu. Herkes kendinde başka bir şeyin keşfedilmesinden korkuyor. Kimi aptal olduğuna inanir ve bunun keşfinden korkar, kimi gizli escinseldir ve durumuncakilmasindan çekinir, kimi aslında bilgisizdir ve gercegin aciga çıkmasından endişe eder, kimi dış görünüşüyle sorunludur ve bu konuda ona birinin bir şey demesinden tedirgin olur, kiminin cinsellikle ilgili bir sorunu vardır ve bunun öğrenilmesinden huylanır, kiminin ailesiyle özel sorunları vardır ve birinin bunları onun yüzüne vurabileceği endişesini yaşar, kiminde ise hiç bir şey yoktur ve buna rağmen başkası tarafından suçlanma korkusu yaşar.

Dolayısıyla bu tür insanlar her an bir saldıraya uğrayacakları paranoyasıyla, her zaman tetikte beklerler, bu nedenle gergindirler. Kimileri bu korkuyu kendiyle barisarak yenmek yerine, biraz bilerek ya da bilmeyerek yanlış bir taktiğe basvurur. Yeni tanıştıkları insanlarla muhatab olmayaya özen gösterirler, onlarla aralarına görünmeyen bir duvar inşa ederler.

Zaten bu nedenle toplumda, “Ne bakıyon ulen bişiy mi var” başlıklı pek çok tartışma yaşanır. Bu tartışmalar kanlı kavgalara dönüsebildiği gibi ölümle de sonuçlanabilir.

İnsecure insanların sayısının bu toplumda bu denli yüksek olmasının da bir nedeni olmalı öyle değil mi. Politik ve ekonomik olarak istikrarsiz ülkeler, bu tür vakalarin yetişmesi için inanılmaz bereketli bir toprak. Çünkü bu toplumda hiç bir şeyi tahmin edemezsiniz. Kimden ne zarar geleceği belli değil. Polis sizi kolunuzdan tutup karakola götürür ve orada neden onca dayak yediğinizi öğrenemezsiniz bile, sokakta yürürken asabı bozuk iki delikanlının keyfi saldirısına uğrayabilirisiniz, yarın öbürgün çalıştığınız şirket batar ve işinizi kaybedip ele güne muhtaç hale düşebilirisiniz. Kuralına uygun araç kullanırken kuralına uymayan bir kamyoncunun üzerinize çıkması sonucu hayatınızı kaybedebilirsiniz, sırf patronunuzun kişisel takıntıları nedeniyle işinizden hiç nedensiz kovulabilirisiniz.

Sizin de çok iyi görebileceğiniz gibi, güven ortamının çok zayıf olduğu tipik bir antidemokratik yoksul ülke tablosu bu.

Peki ratahsız olacak hiç bir şeyleri olmayanlara da ne oluyor. Onlar neden kendilerini insecure hissediyorlar. Neden olacak. Türkiye deki insanlar o kadar övgü cimrisi ki... Sanki övgünün kilosuna para sayıyorlar. Kaç anne kızının saç renginin ne kadar güzel ve farklı olduğunu söylüyor, kaç baba oğluna ses tonunun çok etkileyici olduğunu mırıldanıyor, kaç kardeş kardeşinin ne güzel yürüdüğünü hayranlıkla ifade ediyor, kaç arkadaş arkadaşının ne kadar güzel bir kişiliğe sahip olduğunu vurguluyor, kaç amca liseyi orta dereceyle bitirse bile yiğeniyle gurur duydugunu dile getiriyor, kaç abla küçük kardesine dönüp, ”ailemizi bugüne kadar hiç üzmediğin için sana teşekkür ediyoruz” diyor, kaç genel müdür o gün yardımcılarıyla değil de, iyi iş çıkartan bir memuruyla oturup başbaşa öğlen yemeği yiyor .

Tam aksine, Türkiye deki insanlar kişisel ilişkilerinde, negatif yönlere vurgu yapmaya bayılıyorlar. Bu nedenle en yakın arkadaşlıklarda bile taraflar birbirleri için çok can sıkıcı olabiliyor. Toplumdaki bu egilim de kendine güvensiz ve insecure insanların ortaya çıkmasına zemin hazırlıyor. Bu zeminde kök salan insanlar ne kadar bilseler de, ne kadar başarılı olsalar da ,ne kadar iyi insanlar olsalar da, ne kadar zengin olsalar da kendilerini hep eksik ve yetersiz hissediyorlar, çünkü çocukluklarında da gençliklerinde de hiç takdir edilmemisler ki.

İşte bu noktadan itibaren olayın öteki yüzüne geçiyoruz. Pek çok araştırmacıya göre insanlardaki takdir edilme isteği ve yetersizlik duygusu onları başarıya götüren bir etken de olabiliyor. Sanırım şimdi Gilda’nın tertib ettiği toplantıya katılan New York’lu Türkiyeliler in çok yüksek eğitimli olmalarına, çok iyi bir kariyer yapmış olmalarına bir anlam verebilirsiniz.


Ego Check adlı kitabin yazarı Mathew Hayward, insecure insanların her zaman daha fazla çaba gösterdiklerini belirterek şöyle devam ediyor: ”Yeteri derecede iyi olmadıklarına dair inanç, insecure insanları daha çok calışmaya ve başarıya götürüyor”

US Today adlı gazetenin geçen yılki bir sayısında yer alan haberde, çoğu büyük sirket CEO’larının (Genel müdür) insecure insanlar olduğu yazılıyordu. Kimisi sanki olkuğu üniversiteler, yaptığı mastırlar yetmiyormus gibi, işe güce ara verip her şeyin üstüne bir de ilahiyat ve psikoli eğitimi alıyo. Eski General Electric Genel Müdürü Jack Welch kekemeydi. İki büyük şirketin sahibi Robert Smithhala ise insecure olduğunu kendi ağzıyla itiraf ediyor ve şöyle söylüyor: “Dürüst olacağım, başka şirketlerin yöneticilerinin benim siyah olduğumu öğreneceklerini ve sırf bu nedenle benim şirketlerimle iş yapmayı reddedeceklerini aklımdan geçirip korkuya kapılıyorum.” Smithhala bu nedenle kendi resmini asla şirket web sayfalarında kullanmıyor.

Bu konu ne kadar kalem sallasan o kadar gider. Ayrıca burada gecenin 3 buçuğu oldu. O nedenle frene basıyor ve sözlerimi bir türküyle bitiriyorum: "Aman avcı vurma beni. Ben bu dağın ay balam maralıyam. Maralıyam hem yaralı. Avcı vurmuş ay balam yaralıyam."

22 Nisan 2008 Salı

Başkası olma kendin ol

Hıdır Geviş

Bizim Chris bugünlerde yana yakıla ev arıyor. Söylemişmiydim bilmiyorum, kendisi Astoria adlı bir semtte yaşıyor. Manhattan’dan oraya gitmesi metroyla sadece 10 dakika. Bu semtte Yunan göçmenlerinin nüfusu oldukça fazla. Dolayısıyla, civarlarda, Yunanistan dahil, Türkiye ve diğer Ortadoğu ülkelerinden gelen yiyecekleri satan bir sürü bakkal dükkanı var. Bu bakkalların bazıları ucuz meyve-sebze de bulunduruyor. Chris bayılıyor oralardan alışveriş etmeye.

Bizim çocuk oturduğu semti de evi de çok seviyor ama ev arkadaşları ile aralarında bir süredir geçimsizlik var. Birlikte oturdugu kızlar çok çapkın, habire eve erkek atıyorlar. Chris ise bu duruma tahammül edebilecek biri değil. Aman buradan yola çıkıp onun Katolik rahibi gibi yaşadığını düşünmeyin.

qisNe yapalım, oluyor böyle şeyler. Şimdi Chris’e yeni bir ev bulmakla mesgulüz. Oturduğu evi iki kızla paylaşıyor ve kendi payına düşen kira bedeli 1400 dolar. Ancak şimdi Manhattan’da tek başına bir yere taşınmak istiyor. İş yeri Midtown’da (Manhattan’ın orta yeri: doğudan 3. batıdan 7. caddeler arasında kalan kısım ile kuzeyden 59. sokak ve güneyden 42 sokağın çevrelediği alan). Dolayısıyla tutacağı evin de oralara yakın bir yerde olmasını istiyor. Belki doğu yakasındaki Murray Hill belki de Batı yakasındaki Hell's Kitchen olabilir. Her şey biraz da bulacağı daireye bağlı.

Amacı bir stüdyo tutmak. Bir odali daireye gücü yetmez. Zaten istediği yerlerde eli ayağı düzgün stüdyo dairelerin kirası 2300 dolardan başlıyor. Manhattan’da da ev tutmak öyle her anayiğidin harcı değil. Bir kere yıllık gelirinizin kira miktarının 45 katı olması gerekiyor. Chris bu konuda tamamdır. Fakat kredi notu iyi değil, Bu da büyük bir problem. Bu ülkede sizin kredi notunuz ne kadar alısveriş yaptığınıza, taksitlerinizi zamında ödeyip ödemediğinize göre belirleniyor. Ev sahipleri her zaman ev için ilk başvuru yapan kiracı adayına öncelik tanıyor, ancak kredi notunuz zayıfsa sizi anında es gecip diger bavuruları değerlendiriyorlar.

Ben de Chris’i alıp emlakçı arkadaşım Ali’ye götürmeye karar verdim. Ali hem çok iyi bir emlakçı hem de kişisel bağlantılarını zorlayip Chris’in bu durumuna bir çözüm bulur diye düşündüm.

Cuma akşamı için Chris, Ali ve ben, Union Square’deki Barnes and Noble adlı kitapçının ikinci katındaki kafeteryasında buluşmak için sözlestik. Bulusma yerine biraz erken gittim. Beklerken kafeteryada oturur, dergi okurum diye dusundum. Bu kitapçının kafeteryasında orada satılan her yayını ücret ödemeden masana alıp okuyabiliyorsun, kütüphane gibi yani.

Tam içinde Yasemin Çongar’ın İngilizce bir makalesinin yer aldığı World Policy Journal adlı dergiyi inceliyordum ki Ali geldi.

Ali belli ki çok doluydu, anlatacakları var gibiydi. Hislerimde yanılmamışım, çok geçmedi çözüldü. İki Türk müşsterisi varmış, Türkiye’den yeni gelmişler ve ev arıyorlarmış. Tesadüfen Ali’nin Craigslist adlı internet sitesindeki ev ilanını görüp aramışlar. Sonra bu iki babası zengin Türk genci, Ali’nin ofisine gitmisler. Ali onlara elindeki diğer ev seçenekleri sunmuş, evleri tek tek göstermiş. Üç gün boyunca, eline her gelen iyi evi onlara göstermeye çalışmış. Bu arada onları Manhattan’daki semtlerle ilgili bilgilendirmiş; Hangi bölgenin onlar için daha iyi olacağını, ulaşım imkanlarını vs…

Ancak müşteriler bir süre sonra Ali ile ilişkiyi kesmisler. Ali sonra öğrenmis ki bu iki genç bir Amerikalı emlakçıdan ev tutmuşlar. Bu olay Ali”yi çok kızdırmış. Şimdi bir daha hiç bir Türkle çalışmayacağına dair yemin ediyor. Zaten ortadoğu ülkesinden gelip de Manhattan’da ev arayan hiç bir müsteriyle çalışmıyor. “Çünkü” diyor ve devam ediyor: “Ortadoğu ülkelerinden New York’a gelenler bir Ortadoğulu emlak brokerından asla ev tutmuyorlar. Bu bana cok önceden söylenmisti ama umursamamıştım. Tecrubelerim sonucu ben de aynı kanıya vardım. Ancak Türkiye den gelenler olunca dayanamıyorum. Fakat şimdi çok iyi biliyorum ki onlarla da çalışmanın bana hiç bir faydası yok. Baksana, benden şehirle ilgili her türlü bilgiyi bedava alıp, sonra daireyi Amerikalı bir emlak brokrından kiraladılar.”

Ali’ye soruyorum, “Peki sence bunun nedeni ne?“ Beni şöyle yanıtlıyor: “Çinliler ve öteki Asya halklarıyla böyle bir problem yaşamıyorum. Hindistan, Pakistan Türkiye, Lübnan, Katar, Mısır gibi Doğu’da kalan üçüncü dünya ülkelerinden gelen bu zengin insanlar, kendileri gibi üçüncü dünya ülkesinden gelmis bir emlakciyla çalışmak istemiyorlar. Adi Jon, Michael, David olan beyaz bir Amerikalı’dan hizmet almayı yeğliyorlar.. Parasını kendi toplumundan birine değil de bir Amerikalıya vermek ve kendilerine hizmet ettirmek onlara özel bir keyif veriyor olmalı. Bir doğu toplumu uyesi olarak, batılı beyaz adama karşı hissettikleri yüzlerce yıllık ezikliği -ya da isterseniz kompleksi deyin- bu tür bir birlesmeyle gidermeye calışıyor olabilirler. Amerikalılar ın ülkesinde kendini onlar gibi hissetmenin yolu alışverisini onlarla yapmak.”

Aslında Ali doğru bir noktadan yakalıyor sorunu. Bu davranış biçiminin altinda doğu toplumlarına özgü bir çeşit “self hatred” yatıyor. Yani kendinden nefret psikolojisi…

Böyle diyorum ama kendinden nefret etmek, dünyanın her yerindeki azınlık gruplarında görülen önemli bir problem. Kimlerde yok ki, beyazlar karşında ezilen sihaylar’da, batılılar karşında ezilen doğulularda, türkler karşında ezilen kürtlerde, kentliler karşında ezilen köylüler’de, sunniler karşında ezilen alevilerde, erkekler karşında ezilen kadınlarda, zenginler karşısında ezilen yoksullarda ve straightler karşında ezilen gaylerde, hepsinde var. Bu insanlar kendilerinden, daha doğrusu geldikleri gruptan nefret etmeye çok kolay meyledebiliyorlar.

Şimdi yavaş yavaş Ali’nin dediği noktaya geliyorum.

Çoğunluk olanlar azınlığı hiç bir zaman doğru algılamıyorlar, bu bir gerçek. Algılamalarında her zaman ciddi bir çarpıklık, tamiri çok zor bir arıza mevcut. Çoğunluk gruplar, azınlıklarla ilgili hiç bir gerçekçi temele dayanmayan ön yargılar ve şablonlarla düşünmeye çok alışıklar. Aleviler mum söndürür, Kürtler devlet böler, siyahlar suç işler, Çinliler ne bulsa onu yer, çingeneler hırsızdir, gayler her önüne gelenle yatan ahlaksızlardır, türbanlılar şeriat getirmeye çalışır, kadınlar zayıftır vesaire vesaire.

Peki yukarıdaki azınlık gruplarından birinin içinde yer alan bir yurttaş, çoğunluğun kendilerine nasıl baktığından habersiz mi, tabii ki haberli. Bu nedenle kendileri hakkında yaratılan negatif imajın altında çok ezilip, garip kimlik çatışmaları yaşayanlar oluyor.

Burada bir atasözü var “İf you can’t beat them, join them” Anlamı eğer karşındakileri mağlup edemiyorsan onlara katıl. Gercekten de azınlıklara varolmak için iki seçenek kalıyor: Ya karşı koy ve marjilize ol, sonra da çek baba çek, ya da hiç bir şey çaktırma ve onlardan biriymiş gibi davran.

Peki onlardan biri gibi olduğunda neler oluyor. O zaman o insanların senin toplumunla ilgili butun o asılsız yakıştırmalara sen de inaniyorsun. Hatta çok ileri gidebiliyor ve kraldan çok kralcı da olabiliyorsun. Böylece kendini kamufle ediyor ve çoğunluk toplumunun nimetlerinden sen de yaralanmaya çalısiyorsun. Ancak bu kez de kendi geldiğin topluma karşı tavır alıyorsun. Geldiğin toplumla olan hiç bir benzerliğe tahammül edemiyorsun. Çünkü onlardan biri gibi algılanmak istemiyorsun. Ali’nin Türk müşterilerinin düştüğü durum da bu: yabancı bir toplum içinde o toplumun original üyeleriyle alışveriş yaparak o topluma daha çok benzeyeceklerini hesaplıyorlar. Tıpkı aynı iş yerinde çalışıp birbiryle mümkün mertebe konuşmayan, biraraya gelmeyen iki siyahin düştüğü tuhaf durum gibi. Birbirleriyle görüdüklerinde farklılıklarının daha çok vurgulanmış olacağını düşündükleri için birbirlerine düşmanca da davranabiliyorlar.

Bakın benim düzenli takib ettigim Psikoloji Bilimi (Psychological Science) adlı derginin Mart sayısında, kadınların iş yerlerinde algılanış biçimi ve cinsiyete dayalı önyargılar üzerine ilginç bir araştırma yayımlandı. Yale Üniversitesi öğretim görevlilerinden Victoria Brecoll ve arkadaşlarının yaptığı deneyden çıkan sonuç korkunç: Erkeklerin kadınlarla ilgili ön yargıları neyse, kadınların da kadınlarla ilgili ön yargıları aynı. Yapılan deneyde, işe eleman alımları sırasında görüşmeyi yapan kadın yöneticiler, kadın adaylara ayrımcılık uygularken, erkek adaylara her zaman daha fazla öncelik tanıyorlar. Nedeni ise çok basit: Kadinlar erkekleri kendilerinden daha üstün görüyor.

Işte bu mekanizma ve bu düşünüş tarzı bazı bireyleri son derece trajik bir noktaya taşıyabiliyor. Bir zamanlar pop müziğini doruklara çıkaran şarkıcı Michael Jackson’ın düştüğü durum buna iyi bir örnek. Siyahlığıyla sorunu var ve beyaz olmaya çalışıyor, Beyazlarla gezip tozmak, onların dünyasında bir numara olmak da O’nu bu konuda kesmiyor ve siyahlara özgü geniş delikli burnundan kurtulup, rengini bile değiştirmeyi deneyerek, beyazlarla tam bir bütünleşme yaşamak istiyor. Sonucu herkes biliyor: Şimdi acıklı bir yaşam sürüyor.

Biraz da yapana değil yaptırana bakmak lazım. Bir insanın neden kendi rengiyle sorunu olur ya da neden bunu bir sorun olarak görür ki? İşte bu sorun da beyazların siyahlara karşı tutumuyla ilgili başka bir sorundan kaynaklanıyor: gerisinde ise tarihsel, siyasi ve ekonomik tonca neden yatıyor.

Yine Yesilçam filmlerinde zengin sevgilisinin arabasını lüks bir Nişantaşı apartmanın önünde durdurtan ve araba gözden kaybolunca da kendi fakir evlerine geri dönen genç kızları hatırlayın. Fakirliğinden anası babasını sorumlu tutup onlara terslenen bu genç kızların hikayesi ile Jacson’un hikayesi arasında bir paralellik yok mu sizce.

Yakın zamanda Taraf da cikan bir haber bu açıdan ilginçti: Başlık “Gençler en çok parayı giyime harcıyor”du. Nedeni çok basit: Herkes zengine benzemeye çalışıyor. Bunun en kestirme yolu da kiyafet değistirmek. Burada gencleri böyle davranmaya iten sadece onların yoksulluğu degil, İki neden daha var: Birincisi zenginlerin yoksulara bakışındaki üstü kapalı küstahlık. İkincisi ise medyanın zenginlerin sahip olduğu cafcafli materyallere adeta tapınması. Böyle bir atmosferde yoksulluk, bir başarızlıkmış yada beceriksizlikmiş gibi algılanıyor tabiki.

Bu arada arkadaşım Chris buluşmaya yerine geldi gelmesine de ben bu yazıyı burada kesip, şunu söyleyeyim: Kim olursanız olun, nereden gelirseniz gelin, ne durumda olursaniz olun, size başkaları nasıl bakarsa baksın, hiç umursamayın. Tarkan şarkısında “Başkası olma Kendin ol” diyordu. Bu anlamli soze ek olarak ben de iki anlamli soz soylemek istiyorum: 1-Kendini kasma rahat ol. 2-Sizi sevenler, sizi olduğunuz gibi kabul etsin, etmeyenlerle de boşa vakit gecirmeyin.


#navbar-iframe { height: 0px; }