30 Mart 2008 Pazar

Sarışınlar ve esmerler














Hıdır Geviş

Yanlış hatırlamıyorsam üç yıl önceydi. Boston’daydım. Bir yandan okula gidiyorum, bir yandan iki ayrı işte gece gündüz çalışiyorum. Burada okumak hic de kolay değildi. Çünkü ne babamın bana vereceği dolarları vardı, ne de ben Türkiye’deki 12 yıllık gazeteciliğim süresince bir tek kuruş biriktirebilmiştim. Hiç bir zaman biriktirilecek kadar maaş alamamıştım ki.

Ogün, garsonluk yaptığım Harvard Faculty Club’da işimizi çok geç bitirebildik, çıkmaya hazırlanıyoruz. Ben ve Diego öyle yorgunuz ki eve gitmeye halimiz yok, ne yapalım, ikimiz de bu tarihi binanın ana girişindeki antika koltuklara yayılıverdik. O rahatlıkla dereden tepeden konuşmaya başlamışız. Eğer yorgunsanız ve orada çalışmıyorsanız, Harvard Üniversitesi ne bağlı bu klubün ınsanı 1900’lü yılların başlarına götüren havası sizi dinlendirebilir. Etrafta güzel mobilyalar, oryantal halılar, eski tablolar ve rafine bir tat var.

1931 yılından bu yana faaliet gösteren ve bugün üniversitenin kampus alanı içinde kalan Harvard Club binasında bir zamanlar ünlü yazar Henry James ve filozof kardeşi William James de yaşamış. Bina iki katlı. İlk iki katında ve bodrum katlarında çesitli büyüklükte odalar bulunuyor ve bu odalar, özel yemekli toplantı yapmak isteyenler tarafından kiralanıyor. Çatı katındaki odalar ise otel odası gibi kullanılıyor. Dışarıdan bakıldığında sade bir villa gibi gözüken bu bina, bugüne kadar kraliçelere, bakanlara, politikacılara ve Hollywood yıldızlarına ev sahipliği yapmış. Ben de orada çalışırken pek çok ünlüyle tanışma imkanı buldum. Ama onları görmek beni hiç heyecanlandırmıyordu, çünkü genellikle çok yorgun ve yarı uykulu oluyordum. Ayrıca o zamanlar gazeteciliğe ara verdigim için, ortalarda garson kılığında bir haber ajanı gibi değil de basbayağı garson gibi dolaşıp saatimi doldurmaya çalışıyordum.

Mesela üç kocayı hakkın rahmetine erdirip dünyanın en zengin kadınlarından biri olmayı başaran Lily Safra’nın önüne yemek tabağı koyma ayrıcalığını orada yaşadım. Çok hızlı çalıştığım için beni sıcak basmış, oda ısısını soğuğa ayarlayınca da kadıncağazı öksürtmüştüm. Yine eski Portekiz başbakanı ve şimdiki Avrupa Birliği Komisyonu Baskani Jose Manuel Barroso’yu bir güvenlik toplantısı nedeniyle bulunduğu 30 kişilik odada, ben bizzat kendi ellerimle beslemiştim. Ancak ogün çok çalıştırıldığım için asabiydim ve doğal olarak tabağı önüne biraz sert koyunca, yemeğin sosu adamcağazın bembeyaz gömleğine sıçrayıvermişti. Ben her ne hikmetse hayret dolu bakışlarla lekeyi incelerken o da hayret dolu bakışlarla bana bakmıştı. Yanlış hatırlamıyorsam bu aksaklıkların hiç birinde kasıt yoktu.

Neyse konuyu dağıtmakta üstüme yok. Zigzag çizerek yazı yazıyorum, özür dilerim. Diego ile sohbetimize döneyim.

Oldukça esmer biri olan Diego, 15 yıl önce Kolombiya’dan buralara gelmiş. Deli gibi çalışmış ve sonunda bu kulübde supervisor olmuştu. Diego ile olan sohbetimiz bir ara gelip insanın sadece zekası, karekteri ve çalışkanlığı ile kaderini belirleyemeceği meselesine dayandı. İkimiz de kaderimizin belirlenmesinde bizim elimizde olmayan başka bazı etkenler olduğu konusunda hemfikirdik; mesela güzellik, mesela renk, mesela boy pos, mesela cinsiyet, ırk, din, aile bireyleri, konu komşu, akrabalar, dogduğunuz coğrafya... Bunların hiç birini seçmek bizim elimizde değil ama bunların her biri bizim nasıl bir hayata sahip olacağımız konusunda az ya da çok belirleyici oluyordu. Şans denilen etken de bu noktada ortaya çıkıyordu zaten.

Konuyu iyice dağıtmaya başlamıştık ki Diego bir şey söyledi. Bugün hala gorustügüm bu arkadaşımın, aklımdan çıkmayan sözü şuydu: Koyu renkli olmasaydım Amerika’ya göçeder miydim bilmiyorum. Biraz beyaz olsaydım ülkemde iyi bir iş bulurdum ama sarışın olsaydım çok daha iyi bir iş bulurdum.”

Geçen hafta sonu yine Boston’daydım ve her zaman olduğu gibi dostlarım Hüseyin ve Şükriye’nin evinde misafir oldum. Hüseyin yıllardır Harvard’da çalışan, kanser üzerine araştırmalar yapan çok başarılı bir bilimadamı. Şükriye ise uzman hemşirelik yapan, zekası ve enerjisiyle beni her zaman büyüleyen bir kadın. Bu dostlarımla biraraya geldiğimizde sohbete öyle bir dalıyoruz ki sabah 6 da ancak odalarımıza geri dönebiliyoruz. Sohbetin konularından biri ise sarışınlar ve esmerlerdi. Onlara Diego’nun bana söylediği sözü aktardım.

O gece yaptığımız tartışma hemfikir olduğumuz ortak bir tezle noktalandi: “Sarışınlar zengin, esmerler fakir ölür.” Peki neden?

Diego’nun yaklaşımından hareket edersek, Kolombiya gibi nüfusun çoğunluğunun esmer oldugu bir ülkede beyaz olmak hatta sarışın olmak bir çesit ayrıcalık olabiliyormus demek ki. Zaten Güney Amerika yapımı TV dizilerine baktığinızda zengin eğitimli köklü ailelerden gelenlerin beyaz hatta beyaz ötesi yani sarışın olduğu görülür. Marabalardan işçi sınıfına, serserilerden işsizlere inildikçe renkler koyulaşır, insanlar esmerleşir. Aslında bu sonuç bu tür ülkelerde renk konusundaki toplumsal algıyi da gösteriyor. Beyazlar ve sarışınlara ilişkin imaj, onların daha güvenilir oldugu yönünde. Çünkü onlar daha eğitimli ve zengin. Dolayısıyla bu genel kavrayış biçimi, işe eleman alımlarında beyazları esmerlere karşı avantajlı konuma getirebiliyor.

Ya Amerika gibi gelişmiş ülkelerde nasıl? Burada durum farklı mı? Çok değil. Yapılan araştırmalar kadınların aldığı saç boyalarının yüzde 40’ının sarı ve sarının tonları olduğunu gösteriyor. Yani saçı koyu renkli olan kadınlar, boyayla sarışınlaşmaya çalışıyorlar. Tıpkı esmer doğup sarışın ölen Marilyn Monroe gibi. Peki bu kadınlar neden bunu yapıyor? Sarı saçın erkekleri baştan çıkaran bir tur bayrak olduğuna inandıkları için mi? Yoksa bunun başka bir nedeni mi var. Her ne ise ama kesin olan bir şey varsa o da Amerikan erkekleri teoride esmerleri daha akıllı ve güvenilir bulsa da pratikte sarışınlara prim veriyor. Eğer öyle olmasaydı hiç bir marifeti olmayan Paris Hilton bu kadar ünlü olmaz, rahmetli sarışın porno yıldızi Anna Nicole Smith o kadar iş yapmazdı. Onları ünlü yapan erkeklerin onlara olan ilgisi. En gözde Hollywood yıldızlarının da çoğu sarışın değil mi. Alın Scarlet Johnson’u Renee Zellweger’i, Sharon Stone’u, Nicole Kidman’ı, Charlize Theron u, Cate Blanchett’i….

Sarı saç kadını daha çekici, daha genc, daha eğlenceli, daha hoppa, daha flörtçü ve daha kadınsı yapan bir unsur. İşte tam da bu nedenle, suratı liseli kız suratını andıran rock şarkıcısı Elvis Presley, saçıni siyaha boyuyordu, neden, elbette biraz erkeksileşmek için. Zaten Hollywood tarihinde de Garry Grand dan tutun George Clooney’ye kadar en erkek jmnlerin hepsi esmer ve siyah saçlı. Çünkü siyah saç sahibine daha erkeksi, daha olgun ve daha durmuş oturmuş bir hava katıyor.

Sarışınları sadece erkekler değil kadınlar da seviyor. Cinsel açıdan demiyorum. Örneğin kız çocuklarının eline tutuşturdukları sarı saçlı barbie bebekleri anneleri seçmiyor mu. Zaten sunni döllenme ile anne olmaya çalışan kadınlar yine sarışın erkeklerin spermlerini tercih ediyor. Hatta internette Danimarka’daki sperm bankalarının daha çok iş yaptıkları yazılıp çiziliyor. Çünkü Danimarka’da halkın çoğu doğal sarışın oduğu için satıştaki spermlerin de sarışın erkeklere ait olduğu düşünülüyor.

Esmerlerle kıyaslandığında sayıları dünyada çok daha az olan sarışınların gördüğü bu rağbet, esmerlerdeki kıskançlık ve haset duygularını kabartıveriyor. Esmer kadınlar, bilincaltı karanlığında bir takım hesaplamalar yapıp, sarışın kadınların haksız rekabete yolaçtığına kanaat getirebiliyorlar. Erkekler ise sarışınları tavlama konusunda güçlük çekebiliyorlar, çünkü isteyenleri çok. Yani başka erkeklerle yarışmaları gerekiyor. Dolayısıyla her iki kesim de içine düştükleri bu durumun intikamını bir şekilde sarışınlardan alıyorlar. Nasıl mi? Söyleyeyim: Her iki taraf da sarışınların aptal yosmalar olduğuna inanmak istiyor ve başkalarını da buna inandırmaya çalısıyor. Zavallı Marily Monroe neredeyse her filminde ayrı bir aptal sarışını oynuyordu.

Nitekim Erkekler Sarışinları Sever filminin1949 yılı versiyonunda sarışıni oynayan Carol Channing şöyle der, “Akıllı olmam gerekmiyordu. Kimsenin de benden böyle bir beklentisi yok zaten. Tek yapmam gereken şey var o da sarışın olmak.”

Sarisinlar sadece aptal degil kotu kadin olarak da sunuluyor. Yeşilçam filmlerinin sarışın yıldızları Suzan Avcı ve Neriman Köksal kötü kadın değiller miydi. Ne zaman ki Neriman Köksal yaşlanip çaptan düştü, işte o zaman iyi kadın rollerinde oynatıldı. Banu Alkan’ı ise hiç sormayın; o hep erkeklerin aklına kötü düşünceler getiren kadın rollerindeydi .

Halbuki eski zamanlarda sarışınlar daha itibarlıydı. Baksanıza kül kedisi masalına. Zavallı, boynu bükük, iyi kalpli kız konumundaki Kül kedisi, aslında sarışındır. Kahrolası üvey bacıları ile üvey annesi ise esmer.

Amerika’da üstüne üstlük Karadenizli temel fıkraları benzeri binlerce aptal sarışın fıkrası var. Bi tanesi aynen şöyle: Bir gün, bir esmer, bir sarışin ve bir de kızıl dilber bir bara kafa çekmeye gitmişler. Esmer olan barmene seslenmiş ‘Ben bir B ve K alabilir miyim”. Barmen sormuş; “O da ne ola ki” esmer cevaplamış; “Canım Bourbon ve Kola işte”. Bunun üzerine kızıl seslenmiş, “Bana da bir C ve T verir misin şekerim.” Barmen yine anlayamamış ve sormuş, “O da ne?” Kızıl yanıtlamış, “Cin ve Tonik”. En son sarışın seslenmiş, “barmencim ben alkol almıyorum, sana zahmet bana da bir 3 ve 5 verir misin”. Barmen iyice şasırmış ”anlamadım hanımefendi nedir o?” Sarısın karşılık vermiş, “7 gün”.

Kaba ve zorlama bir genelleme yaparsak şöyle söyleyebiliriz: İşte yukarıdaki nedenlerle paralı erkekler, ellerindeki güçle sarışınları kendilerine çekiyor. Sarışınlar zengin erkeklerle evlendikçe, zengin nüfus sarışınlaşıyor.

Bu da üşengeç sosyologlara bir başka araştırma konusu olsun.


27 Mart 2008 Perşembe

Bu yarışma işkence çektiriyor

Hıdır Geviş-New York

Bir Amerikan Televiyon kanalı olan “Fox Reality Channel “de gösterilen “Solitary” adlı realty showun yeni bölümleri bu ayın sonunda yayına giriyor. Ülkede hakettiği ölçüde ilgi görmeyen bu showun özelliği, bugüne kadarki benzerlerinden son derece farklı olması. Akılllarda fırtına yaratacak ölçüde yaratıcı olan show, bir o kadar da sinir bozucu ve iğrenç. Bu showa katılan yarışmacılar, program boyunca, daracık bir odada tek başlarına kalmak zorundalar. Onlardan esas beklenen yükümlülük ise uzay gemisi

kabinini anımsatan bu odalarda, uğrayacakları her türlü psikolojik ve fiziki işkenceye katlanmaları . Eğer bunu başarırlarsa yarışmanın sonunda 50 bin doları ceplerine koyup evin yolunu tutabilirler. Peki bu o kadar kolay mi? Yok değil... Yarışma boyunca bazilari tırlatmanın eşiğine gelip yarışmayı kendi kendilerine bırakıyor. Bunlar evlerine ceplerinde parayla değil, yanlarında psikologlarıyla geri dönüyorlar. Dolayısyla Solitary, insanların otorite ile olan

iliskilerinde içine düştükleri trajik durumu görmek açısından da ilginç.

2005 Mayıs’ında yayına giren yeni bir TV kanalı olan Fox Reality Channel ‘ın Genel Müdürü , David Lyle, yeni sezonda “Solitary V 2.0” adıyla sunulacak olan bu showun, televizyon dünyasının çok bakir bir bir alanına girdiğini söylüyor. Bu tespite katılmamak mümkün değil, Çünkü Solitary Amerika’da çok fazla izlenen bir show olmasa da son yıllarda yaptlmış kesinlikle en yaratıcı, en akılcı realty show.

Show, oldukça deneyimli bir ekibin elinden çıkmış. Yapımcılarından biri ise daha önce Emmy ödülü almış Andrew Golder . Bu yapımcının daha önce imza attığı projeler ise "Identity," "World Series of

Blackjack" "Win Ben Stein's Money". Diğer yapımcı Lincoln Hiatt ise daha evvel "Unan1mous" adlı realty showu yapmıştı.

Yarışmaya 9 kişi katılıyor ve bu dokuz kişi birbirleriyle hiç bir kontakları olmayacak şekilde her biri ayrı bir odaya kapatılıyor. Odalar, dış dünyadan, insanlardan tümüyle izole edilmiş. Dışarıda gece mi gündüz mü bilmiyorsunuz. Diğer yarışmacıların performansından haberdar olamıyorsunuz. Tek yapmanız gereken kadın sesiyle konuşan Val adlı bilgisayarın verdiği emirleri yerine getirmek. Bu bilgisayar, yönetmen Stanley Kubrick’in ünlü yapımı 2001: A Space Odyssey’deki (2001 Uzay Macerası) kaçık bilgisayardan esin lenerek tasarlanmış. Yapımcı Hiatt bu alete “yardımsever kahpe” diyor.

Yarışmacılar üzerindeki tek otorite olan bu kahpe bilgisayar, psikolojik oyunun başlatıcısı ve kuralların tayin edicisi olduğu gibi, her konuda da karar verici pozisyonunda: Oda Sıcaklığından ışığın ölçüsüne kadar her şeyi o ayarlıyor. Aslında Onun esas yaptığı odalara kendi rızalarıyla giren yarışmacılar üzerinde farklı tipte işkenceler uygulamak.

Bu yarışmayı kafanızda daha iyi canlandırmanız için yarışmanın bir bölümünü anlatayım: Odanın bir yerinden, üzerinde hesap makinasi benzeri bir alet bulunan bir çekmece açılıyor. Sonra kahpe bilgisayar, oyunun kuralarını açıklamaya başlıyor. Kurallara göre yarışmacılara önce iki rakkamlı bir kod veriliyor. Her yarışmacının bu kodu akıllarında tutması gerekiyor. Sonra her yarışmacı kendi odasında uyumaya başlıyor. Ardından, 19 dakikalik aralıklarla kulakları delici biçimde çalan kesintisiz bir alarm sesiyle uyanıyorlar. Yataklarından kalkmaları ve çekmecenin üzerindeki makinaya kendilerine daha önce verilen kodu tuşlamaları gerekiyor. Eğer doğru rakkamı tuşlarlarsa alarm kesiliyor. Bu kez onlara üç rakkamlı bir kod veriliyor ve bu kodu akıllarında tutmaları isteniyor. Yarışmacılara yataklarına geri dönüyorlar. 15 dakika sonra yIne alarm çalıyor. Bu kez alarmı kesmek için üç rakkamlı kodu tuşlamak zorundalar. Derken kod numaraları her defasında arttırılıyor: yedi, sekiz, dokuz… . Rakamlar arttıkça kodu akılda tutmak zor. Eğer alarm çalınca kodu hatırlayamadıysanız yandınız. O alarmın çıldırtıcı sesine katlanmanız lazım. Burada inanılmaz bir psikolojik dayaniklılık göstermeniz gerekiyor. Üstelik sesin ne zaman kesileceği konusunda bir fikriniz de yok. Eğer isterseniz duvardaki kırmızı düğmeye basıp yarışmayı terkedebilirsiniz. Yada iskenceye katlanırsınız. Örneğin 30 yaşındaki Romanya kökenli yarışmacı bir yerde kendini tutamayıp, "Bu pisikopatça bir deneyim, show mow değil” diyerek öfkesini dile getirmişti.

Bu yarışmacı bir bakıma düşüncesinde haklı . Çünkü yarışmaya katılanların açlıktan, ağrıya, zihin kontrolünden uykusuzluğa kadar çesit çeşit zorluğa dayanmaları lazım. Örneğin en son dönemin birincisi bu işkencelere 12 gün dayandı ve yarışmayı kazandı.

Seyirciler, tıpkı Big Brother (Büyük Birader) adlı showda olduğu gibi yarışmacıların 24 saatini gözetleme imkanı buluyor. Onların uğradıkları işkencelere ne tür reaksionlar verdiklerini olduğu gibi izliyorsunuz.

Tabii bu showun “Büyük Birader”den çok , 1971 yılında Stanford Üniversinde yapılan ilginç mi ilginç bir deneyden esinlendiği söyleniyor ki hiç de yanlış bir tespit değil. Profesör Philip Zimbardo yönetiminde yapılan deney şöyle başlıyor (www.prisonexp.org): Önce üniversite öğrencileri arasında 70”in üzerinde bir grup seçiliyor. Sonra bir eleme daha yapılıyor ve akıl sağlığı en yerinde olan 24 kişi seçiliyor. Bu grup da kendi arasında ikiye ayrılıyor: yarısına gardiyan, diğer yarısına da mahkum rolü veriliyor. Araştırmanın yapıldığı okulun bir katı tıpkı hapishane gibi dekore ediliyor. Demir parmaklıklar, dolambaçli koridorlar, pis tuvaletler.

Fakat işin garipligine bakın ki esasında bir oyun gibi düzenlenen bu deney, bir süre sonra gerceğin kendisiyle karışmaya başlıyor. Günlüğü 15 dolara çalışan yövmiyeli denekler, denek olduklarını unutup, kendilerini gardiyanlığa iyice kaptırırken, diğer grupdakiler de mahkumluğa iyice adapte oluyorlar.

Gardiyanlar mahkumlara inanilmaz kötü muamelede bulunuyor. Onlara çıplak elle tuvalet temizlettiriyor, hakaret ediyor, aşagılıyorlar. Peki mahkumlar ne yapıyor? “Kardeşim ben bu deneyden çıkıyorum” demek yerine, oranın gerçekten bir hapsihane olduğuna inanıp isyan çıkarıyorlar. Gardiyanlar isyani acımasızca bastırıyor, üzerlerine yangın söndürücü sıkıyorlar, ele basılar hücrelere sokuluyor. Hatta bir gardiyan mahkumların yaptığı kaçma planını ele geçirip yönetime bildiriyor. Gelişmelerden rahatsız olan mahkum yakınları ise aslında bir labaratuvar olan hapsihaneyi ziyaret edip, yönetimden mahkumların daha iyi koşullardaki başka bir hapishaneye aktarılmalarını bile istiyorlar. Kimse ”oğlumu bu deneyden çıkarıyorum” demiyor yani. Herkes bu oyuna kendini öyle kaptırmış ki oyun gerceğe dönüşmüş.

Bu deney, insan psikolojisiyle ilgili pek çok noktayı ortaya koyduğu gibi, insanoğlunun iyi ve sağlıklı bir kişiliğe sahip olsa dahi, bulunduğu sosyal ve kurumsal yapıya göre nasıl değişip korkunç davranışlar sergileyebileceğini gösteriyor. 2003 yılında, temiz yüzlü gencecik Amerikan askerlerinin, Irak’daki Abu Ghraib hapishanesinde kalan mahkumlara yaptıkları akıl almaz işkencelere bir de bu deney çercevesinden bakın, ya da sürekli ekonomik ve siyasi kriz icinde yaşayan , istikrarsız, tehlikeli, riskli, yoksul ve şizofrenik ülkelerde topluma yön verenlerin ve sıradan insanların hal ve davranışlarına yine bu çerçeveden bakmaya çalışın. Bakalım o zaman neyi nasıl göreceksiniz.


























Resimaltı

Son iki resim-Resimlerden biri 1971 yılında Stanford Üniversinde yapılan ilginç deneyden bir kare, digeri ise 2003 yılında, Irak’daki Abu Ghraib hapishanesi'nde çekimiş bir kare. İki resim arasindaki benzerlige dikkat edin. Her iki resimde de mahkumlarin başına poşet geçirilmiş.



Hıdır Geviş-Taraf gazetesi



12 Mart 2008 Çarşamba

Amerika'nın Aşkalesi



Hıdır Geviş -New York
Toplama kampları bir tek Nazilere özgü bir marifet sanılır, oysa tarihte pek çok ülke bu yönteme başvurdu. 2, Dünya Savaşı sırasında bazı devletler içlerindeki "yabancıları" düşman görme histerisine kapılarak "temizlik" harekati başlattılar ve bu yabancıları toplama kamplarına sürdüler. İnönü rejimi, pek çok Hristiyan ve Museviyi Aşkale'deki kamplara kapatırken, dönemin Amerikan hükümeti de kendi toprakları içinde yaşayan Japon ve Alman asılli Amerikan vatandaşlarını benzeri kamplarda trajik bir yaşama mahkum etti.


Utanç sahibini takib eder. Ne kateddiğiniz yollar, ne tükettiğiniz zaman unutturur size utancınızı. Siz unutmak isteseniz de birileri size hep hatırlatır.
Her insanın kendi kişisel tarihinde utanc duyduğu kesitler olabileceği gibi ülkelerin de tarihlerinde utanç duyduklari kesitler vardır. Örneğin, geçmişte toplama kampları kurmuş olmak, tarihiyle yüzleşebilme cesareti göstermiş bazı devletler için, utançların en büyüğüdür...

Nedir bu toplama kampları? Dünya, popüler anlamda toplama kampı kavramıyla İkinci Dünya Savaşı ertesinde tanıştı, yani Almanya'daki Nazi rejiminin çökmesiyle birlikte.

Naziler, özellikle 1940-45 yılları arasında, başta Museviler olmak üzere, Çingeneleri, Eşcinselleri,
Koministleri ve öteki muhalif ve azınlıkları Auschwitz, Buchenwald, Lublin ve daha pek çok toplama kampına toplayıp olüme mahkum ettiler. Bu kamplar bir çeşit yarı açık hapishaneyi andırıyordu ve buralara hiç bir suçu olmayan, hiç bir şekilde yargılanmamış insanlar konuluyordu. Bu suçsuz insanlar sırf devlet tarafindan "tehlike" olarak görüldükleri için oraya konuluyorlardı. Üstelik bu kamplardaki yaşam koşulları tümüyle insanlık dışıydı.

Almanlar kampları maden ocakları ve uçak fabrikalari gibi büyük tesislere yakın inşa etmeye özen gösterdiler. Bundaki maksat ise kampa doldurulanları bu fabrikalarda bedava iş gücü olarak kullanmaktı.

Nitekim bu iş gücünün, Alman ağır sanayinin ayakta kalmasına büyük katkısı oldu. Günümüzde hala varolan bazı çokuluslu Alman şirketleri bile bu iş gücünden yararlanmayı ihmal etmediler. Bu fabrikalarda yeterince hızlı çalışmayanlar, gaz odalarında yakıldı, cesetleri sabun yapımında kullanıldı. Aç ve susuz bırakıldılar, hastalanıp ölmelerine seyirci kalındı, işkenceye uğradılar, iğrenç tıbbi deneyler için kullanıldılar.

2. Dünya Savaşı döneminde Toplama kampı yöntemini kullananlar sadece Naziler değildi. O dönem Amerikan yönetimi de Amerikan topraklarında yaşayan Japon ve Alman asıllı Amerikalılar'ı toplama kamplarına doldurdu ve Onlara hiç bir zaman unutamayacakları bir trajediyi hediye etti. Aynı dönemlerde Japonya da Çin Kore ve Güney Dogu Asya'da toplama kampları kurarak buralara o ulkelerdeki batılıları hapsetmişti.

Savaşın sis'i ortadan kalkınca, bu kamplarda yaşananlar bütün çıplaklığıyla ortaya çıktı. Ama esas olarak bu utanç dönemini bütün dünyanın hafızasına yerleştirenler, acısına sahip çıkmayı bilen onurlu Musevi aydınlar oldu. Bu ayndınlar, yaptıkları filmlerde, oynadıkları tiyatro oyununda, çizdikleri resimlerde, yazdıkları kitaplarda, çıkardıkları dergi ve gazetelerde bir şekilde bu konuyu işleyerek, insanlığın böyle bir katliamı unutmamasını sağladılar.

Peki Nazilerle birlikte popüler bir anlam kazanan Toplama Kampları, dünyada bir ilk midiydi ya da bir son mu? Cevap Hayır: Ne ilk ne de sondu. Çünkü Toplama Kamplarının tarihi daha da gerilere gidiyor. Bir kere Almanlar bu fikri Ingilizlerden öğrenmişlerdi. Ingiliz hükümeti, Güney Afrika Savaşi (İkinci Anglo-Boer savaşı) sırasında, toplama kampları inşa ederek binlerce Afrikalı'nın ölümüne sebep olmuştu. Ancak çok şaşıracaksınız, İngilizler'de bu fikri Amerikalilardan almışlardı. Amerikalilar da Filipin Savaşı sırasında Filipin adalarında Toplama kampları kurmus ve özellikle gençlerden oluşan binlerce Filipinli'nin ölümüne
seyirci kalmısşlardı.

Simdi, toplama kamplarinin tarihi İkinci Dünya Savaşı'nın gerisine gidiyor da ilerisine gitmiyor mu? Cevap; evet gidiyor. Vietnam Savaşı'na kadar gittigi gibi, bugune kadar da geliyor. Çünkü pek çok kimse (Küba lideri Fidel Castro'da dahil) Amerikan yönetimince kurulan ve Ortadoğu'dan getirtilen "terörist" tutukluların barındığı Guantanamo adasındaki askeri hapishanelerin bir toplama kampı olduğununu iddia ediyorlar.

Gelin hemen tarih penceresini biraz daha aralayip bazı Toplama Kamplarına şöyle bir göz atalım:

AŞKALE:

Türkiye 1942 yılında Toplama Kampı kurarak ülkedeki Musevileri, Rumları, Ermenileri bu kamplarda topladı. Bu sonuca yol acan gelismeler, dinsel azınlıklara yönelik varlık vergisi çıkarılmasiyla basladi. Hiç itiraz hakkı tanınmadan 15 gün içinde bu vergilerin ödenmesi istendi. Böylece azınlıklar vergileri ödeyebilmek için malını mülkünü satmak zorunda kaldılar. 15 günde neyi kaça satacaksınız ki. Örneğin ünlü işadamı İshak Alaton'un ailesi, evi barkı satsalar da yetmedi ve evdeki kemanlarına da satılığa çıkardılar, ancak yine de yetmedi ve toplama kampına bir kurban vermekten kurtulamadılar. Vergileri ödeyemeyenler Erzurum Askale'deki Toplama Kamplarına gönderildi ve buralarda çalışmaya mahkum edildi. Ailelerin bütün kurulu düzeni bozuldu, her biri bir yana savruldu, bütun mal varliıklarını kaybettiler, ülkelerine olan bütün güvenleri sarsıldı. Aşkale'ye gidip de dönmeyenler oldu. Milli Şef İsmet Inönü rejimi azınlıklara onarılmaz bir trajedi yaşattı.



İNGILTERE:
Nazilerinkine benzeyen ilk toplama kamplarını İngilizler Güney Afrika'da kurdular. İlk olarak 100'ün üzerinde çadır kamp kuruldu ve buraya 30 bine yakın siyah Afrikali ile 100 bine yakın Boer (beyaz çiftçiler) konuldu. İnsani yaşama koşulları sıfır olan bu kamplarda önce çocuklar olmak üzere 30 binin üzerinde insan hastalıktan açlıktan susuzluktan öldü.

AMERİKA
Amerikan hükümeti, 1899 dan 1902 kadar süren Amerikan Filipin savaşında toplama kampları benzeri yerler kurdular. Bu kamplarda da binlerce insan yaşamını yitirdi. Peki hükümet bu alışkanlığı nereden edinmişti? Nereden edinecek, Kızılderililere de benzeri muameleler yapılmıştı. 1870 ve sonrasındaki Kızılderili Savaşı nda tehlike olarak görülen çoluk çocuk yaşlı genç kadın erkek Kızılderililer, yaşadıkları topraklardan sökülüp koparıldılar ve belli kamplara dolduruldular. Bu insanlar arasında binlercesi hastalik ve kötü yaşam koşulları nedeniyle öldü.

İkinci Dünya Savaşı na gelindiğinde ise bu kez Amerikan hükümeti kendi toprakları içinde kendi vatandaşları için toplama kampları kurdu. Özellikle 1941'de Japonların Pearl Harbor'ı bombalamasının ardından ülkede Japonlara karşı inanılmaz bir paranoya gelişti ve her "çekik gözlü"ye vatan haini gibi bakıldı. Özel bir kararname çıkaran Roosvelt yönetimi suçsuz günahsız sıradan 100 binin üzerinde Japon, asıllı Amerikalı'yı Texas, Idaho, North Dakota, New Mexico, Montana gibi ülkenin çesitli eyaletlerinde kurulan kamplara koydurttu.

Benzeri muamele İtalyan ve Alman asıllı Amerikalılaria da yapıldı. İnsanlar işini, evini, düzenini, mutluluğunu, her şeyini kaybettiler.


SOVYETLER BİRLİĞİ
Kimi kaynaklar, geçmişte Sovyetler Birliği adıyla anılan ülkede 476 ayrı toplama kampı olduğunu iddia ediyor. Her bir kamp kompleksinin kendi içinde onlarca başka kamplar içerdigi de iddialar arasinda. Devrimin ilk yıllarından yani 1920lerden başlayıp 50'lere kadar, bu kamplarda milyonlarca insan geçti ve milyonun üzerinde insan yasamını yitirdi.

Bu arada sadece yukarıda sayılı ülkelerin gunahını almamak lazım. Dünyanın dört bir yanından onlarca farkli ülke, toplama kampı kurma utancını yaşadı.

Allah hiç bir devlete zeval vermesin vermesin ama hiç bir olağanüstü durumun gücü de bizi başkasına düşman etmeye yetmesin.


-------------------------------------
Yukaridan asagiya RESIMLER:

resim-1:
Snow Falling on Cedars (Kar dusuyor sedir agaclarina): Bu film, yarali bir ask oykusu etrafinda, 2. dunya savasi Amerika'sindaki Japon asillilarin yasadigi trajediyi dokunakli bir dille anlatiyor.

resim 2:
Nazi Toplama kampindaki tutuklular.

resim 3:
işadamı İshak Alaton

resim 4:
Amerika'nin California eyaletinde Japon asilli Amerikalilar'in yerlestildigi bir Toplama Kampi

resim 5
japon asilli amerikalilar toplama kamplarina yerlestirilirken

resim 6:
Sibirya'daki bir toplama kampi:

SHOWTVNET.COM

"Hiç bir sey satın alma"


















Hıdır Geviş-New York

Dünya çapında hızla taraftar kazanan Adbusters adlı Kanada kökenli yeni bir örgüt, insanları sürekli satın almaya teşvik eden reklamların zihinleri kirletip aşırı tüketime ittiğini düşünerek karşı atak başlattılar. 24 Kasım'i "Hic Birsey Satın Alma Günü" ilan eden gurubun, TV için hazırladığı reklam filmlerini ise CNN dışında hiç bir büyük televizyon yayınlamıyor.


İhtiyacı dışında tüketmek ya da ihtiyacından fazlasını tüketmek sadece Türkiye sınırları içinde süren bir tartışma değil. Zengin batılı ülkelere doğru gidildikçe bu tür tartışmaların dozu daha da artıyor. Çünkü bu ülkelerde tüketim oranları dünyanın geri kalanı ile kıyaslanmayacak ölçüde yüksek. Çok tüketmek demek dünya kaynaklarının da çok tüketilmesi demek. Aşırı tüketim ise yerkürenin ekolojik dengesini bozan esas nedenlerden biri.

Ancak aşırı tüketimin bütün bu negatif sonuçlarına rağmen batılı toplumlar tüketmeye devam ediyor. Bu toplumları tüketime meylettiren etkenler ise uzun ve kısa menzilli bombardıman füzeleri gibi yaşamın orta yerine düşen radyo reklamları, sokak kenarlarında bir mayın gibi gözünüzde patlayan reklam afişleri ve bir havan topu gibi evinde insanları vuran televizyon reklamları.... Reklamlar toplumu daha çok tüketmeye meylettiren esas sürücüler. Hani neredeyse "tükettiğin kadar mutlusun" felsefesi reklamlar sayesinde toplum
belleğinde gizli bir inanişa dahi dönüşmüş.

Peki bu hep böyle mi gidecek? Yoo hayır hiç de öyle gürünmüyor. Kuzey Amerika'da (Amerika ve Kanada) tüketim karşıtlarının oluşturduğu yeni bir hareket gün günden daha fazla insanın dikkatini çekiyor ve daha fazla taraftar topluyor. Bu grup üyeleri, hayatı ve ekonomiyi tüketim üzerine örgütleyen mevcut kapitalist sistemin kurallarına itiraz ediyorlar. Üstelik bunu Avrupa ve Turkiyeliler'in yaptığı gibi kuru, aşırı düşünülmüş, çok derin ve anlaşılmaz bir teorik mücadeleyle değil, pratik ve somut bir mücadeleyle yapıyorlar.

Işin ilginç yanı ise özellikle 90'lı yıllarda yaptıkları etkin kampanyalarla dünyayı allak bullak eden ve çevre bilincinin yerleşmesinde tüm insanlık tarihine tartışılmaz bir katkı sağlayan Greenpeace hareketi gibi, bu hareketin de doğum yeri Kanada.

Adbusters (Ben bunu "Firlama reklamcilar" olarak çeviriyorum, web adresleri: adbusters.org) adlı bu yeni hareket şimdiden 60 farklı ülkede 120 binin üzerinde üyeye sahip. Grup, pek çok şey yapıyor ama bu yaptıkları arasında en çok ses getiren projelerinden biri "Buy Nothing" yani "Hiç Bir Şey Satın Alma" Günü.

Bu özel günün tarihi ise 24 Kasım. 24 Kasım özellikle seçilmiş, çünkü bu dönem tam da Amerikalı ve Kanadalılar'ın Thanksgiving ve Christmas için en çok alış veriş yaptıkları döneme denk düşüyor.

Örgütün kurucusu Kalle Lasn aynı zamanda grubun yayın organı olan Adbusters dergisinin editörlüğünü yapıyor. Lasn'a göre ortalama bir Kuzey Amerikalı bir Meksikalı'dan 5 kat bir Hindistanlı'dan ise 30 kat fazla tuketiyor. O'na gore Kuzey Amerikalilar'in biraz sorumlu davaranarak tüketim konusunda daha dikkatli haretket etmeleri gerekiyor. Çünkü fazla harcamak fazla calışmak ve başka şeylere az zaman harcamak demek, bunun yanı sıra fazla tükettiğinizde dünya kaynaklarının sonunu getirdiğiniz gibi ortaya çıkan atıklarla
hem çevresel kirliliğe yolaçıyorsunuz hem de ekoljik dengeyi bozuyorsunuz.

Peki insanlar az tüketince ne olacak? Tüketim üzerine kurulu ekonomi batmayacak mı? Ekonomi batınca insanlar işsiz kalmayacak mı ve bu da hayatın dengesini bozmayacak mı? Lasn'in bu soruya verdiği yanıt ise şu: "Ekonomi başlangıçta bir kriz yaşayacak ama çok geçmeden yeni duruma kendini adapte edecek"

Grubun "Buy Nothing" adlı kampanyasıyla ilgili reklam filmlerini youtube'dan izleyebilirsiniz.
Örneğin bunlardan biri aynen şöyle: Fondaki ses şunlari söylüyor: "Kredi kartı ve borçları ödemekten usandınız mı... Sürekli mutfaktan çöp atmak sizi bıktırdı mı... Yoğun bayram alışverişi nedeniyle strese mi girdiniz. Öyleyse sizin için mükemmel bir ürünümüz var: "Hiçbirsey". Bu ürün çöp üretmiyor, yan etkileri yok, zehirleyici değil, aile dostu, her keseye uygun, güzel ve yaratıcı, memnuniyet garantisi var....."

Reklam filmi şu sözlerle son buluyor: "Bu bayram cüzdanınızı dinlendirin ve hiç bir şey satın almayın...."

Reklam filmlerini yayınlamak için TV'lere tonca para ödense de hazırlamak için neredeyse hic para harcanmamış. Gönüllüler oynuyor, çekimler çok basit ve amatorce, ancak reklamda ana fikrin işlenişi ve mesaj verme gücü son derece profesyonel bir yaklaşımla kotarılmış.

İlk olarak 1992 yılında çalışmalarına Kanada'nin Vancouver eyaletinde başlayan Adbusters grubunun "Buy Nothing-Hic Bir Şey Satın Alma" kampanyası Norveç'den İsrail'e Almanya'dan Japonya ve Yeni Zellanda ya kadar yaklaşık 60 ülkede yürütüldü. Ancak Amerika'da grubun reklamlarını, Fox ve MTV'nin de aralarında bulunduğu pek çok büyük ulusal televiyon kanalı yayınlamayı reddetmiş, CNN hariç.

Bunun üzerine 3000'e yakın adbusters taraftarı MTV'ye email atarak bu tutumu protesto etmişler.

Adbusters grubu bunun dışında da bir sürü ilginç projeye imza atmış. Örneğin
TV Turnoff Week (Televizyonları kapatma haftası) adlı kampamyalarıyla da çocukları ve yetişkinleri daha az TV izlemeye ve sosyal ilişkilere daha fazla ağırlık vermeye özendirmeyi hedeflemişler. Grup yetkililerine göre örneğin 2007 yılında 20 milyon insan kampanyayı destekledi. kampanya kapsamında televizyon kapatma günleri belli: 2008 - 21-27 Nisan, 2009 20-26 Nisan, 2010 19-25 Nisan.

Bir diğer kampanyaları ise internet sitelerinde organik, çevre dostu, bağımsız üretici dostu ve sendika dostu ürünler satmak. Örneğin blacspot shoes denilen iki ayrı tip ayakkabi üretiyorlar. Bunların bir çifti posta masraflarıyla birlikte 90 dolara maloluyor. Birisi yarım bot diğeri converse benzeri ayakkabılar. Sloganları ise şu: "Bu ayakkabılarla Nike'in kıçına bir tekme atın". Burada amac biraz da Çin de işçilerini çok dramatik kosullarda çalıştıran tesislerde üretılen ve 10 dolara maledilen ayakkabıları dünyada 100 dolara satan Nike firmasını protesto etmek.
Ayakkabılarda organik keten ve geri dönüşümden (Recycle; eskiyen bir ürünün değerlendirip tekrar işleyerek hammadde elde etmek) elde edilmiş plastik kullanılıyor. Avrupa'da isçilerine sendika hakkı tanıyan ve yüksek ücret ödeyen bir fabrikada üretiliyor. Üstelik bu kalitede bir ürünü gayet makul bir fiyatla satıyorlar.

Aynı şekilde web sitelerinde portatif kahve maşrafaları da satıyorlar mesajları da şu: Starbucks gibi zincirlerden kahve alacağınıza bağımsız kahve dükkanlarından kahve alın.
Bu ürünlere rağmen grubun esas gelir kaynağı yaklaşık 8 dolara satılan dergileri,

Umuyorum bu tür girişimler, Türkiye'de sadece soyut fikirlerle muhalefet yapmayı adet haline getirenlere iyi bir örnek olur. Masa etrafında dönen tartışmalara bazen ara verip, yaratıcı, somut ve inandırıcı alternatif projeler üretmek de lazım.
TARAF GAZETESİ

Time dergisinde zaman




1923 yılında yayın hayatına başlayan ve ABD’nin ilk haftalık haber dergisi olan Time bugün 105. yaşını kutluyor. Taraf, derginin New
York’taki merkezinde yer alan arşivine girerek bu asırlık yayının ortaya çıktığı ilk günden bugüne kadar kendini nasıl koruyabildiğini yazdı


Hıdır Geviş -New York

Iyi ki dostlar var. Konu sıkıntısı hiç çekmiyorum: her biri bir fikir veriyor, not defterim yazı konularıyla doluyor. Bu yazı konularından biri Cumartesi günkü bir arkadaş buluşmasında ortaya çıktı. Bill, Edward, Edward'ın Meksika asıllı sevgilisi Jorge, Güney Afrika asıllı Ettienne, Steve ve ben Greenwich Village'deki Turks and Frogs adlı bir şarap barına gittik. Sahipleri Türkiyeli: Barmeni Veli Sırt ve garsonu Bilgin de öyle. Ancak bu bohem mekanda şaraplar ne pahalı, ne pahalı. En ucuz şarabın kadehi 9 dolar. Burada sıcak şarap da var.

Arkadaslarımın hepsi içkici olduğu için bir şarap yarışmasının jüri üyeleri gibi neredeyse bütün şarapları denediler. Ben sıcağın yanı sıra, bir bardak da Kavaklıdere kırmızı şarap içtim, biraz nostalji olsun, biraz kan yapsın diye, yoksa içki içmiyorum.

O akşam orada Bill Hooper, beni Time dergisine beklediğini söyledi. Kendisi dünyanın bu en ünlü haftalık haber dergisinin arşiv sorumlusu. 28 yil önce başlamış arşivde çalışmaya hala da orada. Üstelik Bill, Mart ayının 3'ünün Time'ın doğum günü olduğunu belirterek "Al sana yazı konusu" dedi.

Hürriyet'in arşivinden küçük

Bu geçtigimiz Perşembe, Time'in yer aldığı 6. cadde ile 50.sokağın kesiştigi yerde (Radio City Music Hall'un tam karşısı) . Önce giriş katındaki bir bölümden geçtik. Burada Time Inc. grubunun çıkardığı People, Fortune. Health, Entertainment, Money gibi 125 farkli derginın yenı sayıları yürüyen metal raflara konulmuş. Bina içindeki grup çalışanları gelip burada istedikleri
dergiyi alabiliyorlar. Ardından arşive gitmek için ikinci kata çıktık koridordan geçerken içinde kitapci rafları bulunan boş bir odayı işaret etti Bill. Eskiden burada çalışanlar için indirimli kitaplar satılıyormuş sonra kapatılmış.

Sonunda girdik arşive. Bizim Hürriyet'in arşivinde vardı zennedersem yürüyen raylı dolaplar. Ancak Hürriyet'in arşivinden çok küçük bir yer. Çünkü şehrin iki farklı bölgesinde çok büyük arşiv depoları var. Burada fazla bir şey tutmuyorlar.
Tennessee Williams'ın kızğınlığı

Bill, benim için belliki bir takım hazırlıklar yapmış. Orada bir masanın üzerinde tertib edilmiş sararmış bir takım mektup kagitlari, not defterleri ve karalama kagitlari var. Bunlarin arasindan bir mektup gözüme ilişiyor. Ünlü yazar Tennessee Williams tarafından yazılmış. Williams, kendisiyle ilgili Time da yayınlanan bir yazıyı kızgın bir dille eleştiriyor. Bill, benim bu belgeye dokunmama izin verdi. Bilesiniz, artık kutsanmış bir
insanım. "Yoo bu kadarıyla kutsanamazsın Hıdır Geviş" demeyin, dokunduğum başka belgeler de var çünkü. Winston Churchill'in ve John F. Kennedy'in Time yonetıcılerıne yazdıkları mektuplar asılları mesela...

Haftada 10 dolarlık maaş

Hele de o yılların 4 kitap büyüklüğündeki koca muhasebe defterini görmek ayrı bir heyecandı. Bazı yazarların haftalık sadece 10 dolar ücret aldığını bizzat orada görünce, "Ne günlermiş" diye geçirdim içimden. Şimdi New York'da belediye otobüsü bileti 2 dolar. Bill bana Time'in esas kurucusu Henry Luce un dergi fikrini ilk defa bir kağıda döktüğü hatta logosunu bile çiziktirdiği
notları da gösterdi ve bu fikri babasına açıkladığı mektupları da... Evet onlara da dokundum.Tarihe hele de böyle anlı şanlı bir derginin tarihine yakın olmak benim gibi yoksul bir gazeteci için inanılmaz bir teselli. Öyle ya düşünün bir, Türkiye'de kim megalomani krizine girse "Ben Time'a kapak olacak bir şahısım ayol" naraları atıyor.

İki kişilik yemek 24 dolara mal oldu

En son Bill, derginin 3 Mart 1923 de çıkan ilk sayısını da elime tutuşturdu. Fotokopiyle çoğaltılıp birbirine iliştirilen sayfalar gibi. O zamanın koşullarında ancak böyle bir şey yapmışlar tabii. İlginçtir ki dönemin 86 yaşındaki kongre üyesini kapak yapmışlar. Yani hiç de sansasyonel bir şahıs değil.Arşiv faslından sonra üst kata çıktık, çünkü acıkmıştık. Yemekhane kısmı oldukça geniş. Farklı türde yemeklerin ve hazır yiyeceklerin satıldıği standlar var. Biz buharda pişirilen yağsız yemeklerin yer aldığı standa girdik. Ben balık (catfish) yanına tatlı patates ve asparagus aldım. Bill ise tavuk, kabak ve broccoli aldı. Bir de elmali tatlı alıp bölüştük, içecek olarak da musluk suyu içtik. Toplam 26 dolar tutu. Cok hesaplı. Balık çok lezzetliydi.

Daha sonra Time'ın aynı katta yeralan ve 20'nin uzerinde irili ufakli yemekli toplantı odalarının yer aldığı alanı gezdik. Hatta biz oradayken, Time Inc'in CEO'su Ann S. More bu odalardan birinde bir grupla toplantıdaydı. Odalar camlı olduğu için içeriyi tümüyle görüyorsunuz.

Duvarlara bir zamanlar Time'ın kadrolu elemani olarak çalışan ve bazı ünlü fotoğrafçıların en guzel fotoğrafları asılmış. Ayrıca çesitli camekanlar içinde de Time'in, Life ve People dergilerinin tarihine ait bir sürü ilginç materyaller de var. Muhammet Ali'nin boks eldivenleri bunlardan biri ornegin.
Burası derginin farkli donemlerini yansitan, belgeler, fotograflar, ve esyalarla dolu bir müze gibi. Butun bu kurulu duzen gosteriyor ki bu haber dergisini farkli donemlerde yonetmis insanlar, bu derginin ruhuna, geçmisine, çalışanlarına, bu calisanlarin ürettiklerine sahip çıkan, ve saygı duyan bir zihniyetle hareket ederek dergiyi yenilemis ve her yeni donemin gereklerine adapte etmeye calismislar. Time'in buyuklugu iste bu anlayista gizli. Belki bu nedenle Turkiye'deki bazi yayinlarla kiyaslandiginda daha az mutevazi bir binaya sahip, daha az gosterisli bir kagida basiliyor ama hic bir yayinin da kolay elde edemeyecegi bir sayginliga sahip.






























































































Yukaridan asagi resimler:
Resim-1: Dergi calisanlarinin maaslarini gosteren eski muhasebe defteri.
Resim-2: Derginin kurucusu Henry Luce 'in ileride Amerika'nin ilk haftalik haber dergisi olacak Time ile ilgili cizdigi ilk logo ve nasil bir dergi olacagiyla ilgili dusuncelerini dile getirdigi karalama kagidi.
Resim-3:Derginin yemekli toplanti salonlarinin bulundugu alan.
Resim-4:Tennessee Williams'in Time editorlerine kizginligini dile getirdigi mektup
Resim: Time'in arsiv 28 yillik sorumlusu Bill Hooper ve ben elimde de Time'in ilk sayisinin orijinal nushasi. Arka fonda ise Time in kurucusu Henry Luce adina bastirilan bir pulun poster
digerinde ise yine ayni kurucunun heykeli arka fonda.
TARAF GAZETESİ

Kızım Bacardi Kalk Bir Bardak Su Getir


Hıdır Geviş-New York

Boston'da yaşayan Adanalı arkadaşım Fikriye geçen yıl Andrew adlı yakışiklı bir Amerikali delikanlıyla evlilik yaptı. Fikriye evlilik öncesinde ailesinin onayına başvurmadı bile, çünkü "hayır" cevabı alacağından emindi. Bir kasabada yaşayan aile oldukça konservatif, bu nedenle onların ilişkisine başından beri pek hoş bakmıyorlardı.
Aile eni sonu olanlardan haberdar oldu ve arada hiç bir sıcaklığın eritemeyeceği bir buz dağı boy gösterdi. Ancak Fikriye, bu soğukluğun sıkıntısını uzun süre üzerinde taşıyacak bir insan değil, bir an önce ailesiyle arasını düzeltmek, eşini onlarla tanıştirmak ve hafiflemek istiyor.

Fikriye, cesaretini topladığı bir an, annesini telefonla arıyor ve eşinin müslüman olmak istediğini söylüyor. Bunun üzerine aile yumuşuyor ve "O'nu da al gel, mevlit okutur sünnet ederiz" diyorlar. Fikriye, kocasının zaten sünnetli olduğunu, bütün Amerikali çocukların doğar doğmaz hastanede sağlik gerekçesiyle sünnet edildiğini açıklamaya çalışıyor. Ailenin aklı bu işe pek yatmıyor ama "Peki o halde sünnet faslını atlarız" cevabini veriyorlar.

Bunun üzerine Fikriye kocasını karşısına alıp, "Şimdi sıra sana Türkçe isim bulmakta, ben isimleri sayacağım, beğendiğini seç" diyor. Kocası "peki, say öyleyse" diyor. Fikriye başlıyor, "Burak, Yiğit, Egemen, Utku, Berk, Sidar, Hasan, ..." Kocası Hasan'ı duyunca, "Tamam, seçtim bile: Hasan" diyor, Fikriye karşı çıkıyor. Bu ismi yanlışlıkla ağzından kaçırdığını söyleyip, "diğerlerinden birini seç" diyor. Eşi, "Ama ben Hasan'ı sevdim, kulağa çok güzel geliyor, neden bu ismi istemiyorsun" diye çıkışıyor. Fikriye başlıyor; "Hasan köylü ismi, ama diğerleri kentli, okumuş yazmış ve zengin ailelerin çocuklarina koymayı tercih ettikleri isimler, etme eyleme gel bu isimlerden birini mesela Berk'i seç" diyor.
Karısının bu yaklaşımını biraz tuhaf karşılayan damat, sonunda pes edip yeni ismini kabulleniyor. Böylece Andrew, Hasan olmaktan son anda dönüp Berk oluyor.

Son derece modern ve özgür bir kadın olan Fikriye, belki de kendi isimiyle ilgili kendi öz ülkesinde yasadığı sorunlar nedeniyle Hasan'ı kabul etmeme konusunda bu kadar direnmişti. Çünkü Türkiye'de nasıl insanların her biri farklı bir sosyal ve ekonomik sınıfa dahilse, bazı isimler de sadece belli bir sosyal sınıfa ait kalıyor. Dolayısiyla bazen sahip olduğunuz isim size belli bir imaj, belli bir kimlik de verebiliyor. Nasıl üst sınıftan insanlar alt sınıftakilere karşı bir küçümseme ve kibirle yaklaşıyorlarsa, belli isimlere de aynı küçümseme ve kibirle yaklasiyorlar. Örneğin hiç hayal edebilir misiniz: Koç ailesinde doğmus bir bebeğe Hıdır ismi veriliyor. Ben bunu hayal etmekte bayaği zorlanıyorum.

Eski zamanlarda, bireylerin içinde bulunduklari sosyal sınıfdan çıkıp başka bir sosyal sınıf içine girme şanslari çok zayıftı. Bu nedenle sahip olduğunuz isim gerçekten sizle ilgili bir şeyler söyleyebilirdi. Ama modern zamanlarda, insanlar içine doğdukları sosyal, ekonomik, kültürel ve etnik yapıyı kırıp bambaşka bir sınıf içinde bulabilirler kendilerini. Dolayısıyla bu noktada, o insanlarin yeni kimliklerini, taşıdıkları isimlerin imajlarıyla denk getirmeye çalışmak sadece anlamsiz bir çaba olur.

Adıniz Şaban olabilir. Çankırı'nın bir köyünde müslüman ve tutucu bir ailenin üyesi olarak dünyaya gelebilirsiniz. Fakat başarılı bir öğrenci olur, burs alır, San Francisco'da felsefe okur ve burada 25'inizde Budizmle tanişıp hayatınızın geri kalanını bir Budist olarak sürdürebilirsiniz. Bu durumda Şaban isminin Türkiyeliler'in kafasinda çağrıştırdıği anlamlarla Amerika'da yaşayan Şaban arasında buyuk bir fark var. Demek istediğim şu: İsimler, bu sosyolojik devinim icinde geleneksel anlamlarını yitiriyor. Bu nedenle özellikle TV senaristleri, dizilerdeki beyaz yakalı karakterler ile mavi yakalı karakterler arasında isim ayrımı yaparken biraz daha dikkat etmeli ve eski stereotipleri belleklerinden silmeliler.

Ismin imaji ile ismin sahibinin imaji arasındaki çelişkiden nasibini alanlardan biri de benim. Buradaki Amerikalı arkadaslarım bana "Hidiiiiir", "Hayder", "Haydar" diye seslenirken zorlansalar da, kimse kaba ve despotça bir yaklaşımda bulunup ismimi değistirmemi önermrdi. Ancak hangi Türkiyeliyle biraz samimi olsam, "aslında ismini degiştirsen ne güzel olur" diye başlıyorlar. "Peki neden?" Büyük bir ihtimalle Onlarin gerekçeleri de Fikriye'ninkiyle aynı.

Ben bu meselenin sadece Türkiye'ye özgü bir durum olduğunu düşünüyordum. Meğer burada da böyle şeyler varmış. Bekleyin anlatacağım.
Geçen hafta, bir finans şirketinde çalışan (Bu şehirde kime selam verseniz finasçı çıkıyor. JP Morgan, Merrill Lynch, Citibank gibi bir çok büyük global finans sirketinin merkezi burada olduğu gibi, Dünya ekonomisinin kalbi olan NY Stock Exchange ve Nasdaq da bu şehirde yer alıyor ) Giresunlu arkadaşım Özlem Çakır'ın Queens'de yeni aldığı evi ziyarete gittim.
Queens, Eski Sovyet Cumhuriyetlerinden gelen Museviler, Uzak Doğulular ve Hintli göçmenlerin çoğunlukta oldugu bir semt. Manhattan'da 33. sokak ile 8'in kesiştiği noktadan E expres trenini aldım, "Rooswelt Avenue" durağında aktarma yaptim, 30 dakika sonra Queens'de yani Özlem in evindeydim.

Burada gelenektir, yeni alınan evin sahipleri "hausewarming" partisi yapar, ahbaplarını davet ederler. Davetliler de ev hediyelerini alır gider. Ancak ben Özlem'in housewarming partisini kaçırdım. Bu nedenle de o gün evine elimde bir şişe kırmızı şarapla gittim. Kendi evimmiş gibi kendime yeşil çay yaptım, Özlem de kırmızı şarabını açti. Başladık sohbete. Özlem kendini iyi yetiştirmiş, inanılmaz zeki ve enerjik bir genç kadın. Şehirde olan biten her şeyden haberdar; yeni çıkan kitapları, yeni sergileri, külturel etkinlikleri ben hep O'na soruyorum. Bu nedenle Özlem'e "ayaklı gugulum" diyorum,

Özlem'e geçen gün internetteki "uludag sözlük"te benimle ilgili yapılan övgülü bir yorumdan söz ettim, yorum şöyle bir tesbitle başlıyordu; "Hıdır Geviş, eğer takma isim değilse, -ki acaip şekilde öyle görünüyor- Taraf gazetesinin New York muhabiri...." Öyle görünüyordu ki bu yorumun yazarı da Hıdır Geviş isminde birine New York'da muhabirlik yapmayı yakıştiramamış, ismimin sahte olduğunu düşünmüştü. Ancak ismim Berk Uluç olsaydı belki de böyle bir tespit yapılmayacaktı.

Beni dinlerken Özlem'in yüzünde her zamanki hınzır gülümseme belirdi. Özlem'e göre Amerikan toplumunda da isimler arasında sınıfsal bir ayrım var. Bana bu konuda Steven D. Levitt ve Stephen J. Dubner 'in birlikte yazdıkları çok ilginç bir kitap önerdi: "Freakonomics"

Bu kitaba göre insanlar daha çok sosyal çevrelerindeki insan isimlerinden yola çıkarak isim seçiyorlar. Bu nedenle örneğin şöhretlerin isimlerine pek yüz vermiyorlar. Yani kimse kızına Madonna ya da Britney adını takmıyor. Ancak özellikle düşük gelir grubuna mensup siyah aileler arasında bazı fiyakalı marka isimlerini çocuklarına isim olarak verenler varmış. Örneğin araba markası Lexus, içki markası olan Bacardi, giysi markası Timberland bunlardan bir kaçı. Amerikali babaların da koltuğa oturup kızlarından su isteme alışkanlığı olsaydı şöyle bir sahne çıkardı ortaya, "Kızım Bacardi!!!! Kalk bana bir bardak su getir hadi" Ancak buradaki kızların cevabi "tamam baba" değil, "Ne oldu babacım, bir sorunun mu var, neden benden su istiyorsun, yoksa yürüyemiyor musun?" olurdu.
Yine eğitim düzeyi düşük aileler arasında çocuklarina Yale ya da Harvard gibi ünlü üniversitelerin isimlerini verenler de var.

1990larin Amerikasinda üst tabakanın gözde kız isimleri ise, Alexandra, Lauren, Katherine, Madison, Rachel miş... Aynı yıllarda, düşük gelir grubuna mensup aileler arasındaki popüler kız isimleri de şöyle, Amber, Heather, Kayla, Stephani ve Alyssa.

Bir ismin üst sınıftan alt sınıfa inmesi ise en az 10 yıllık bir zaman gerektiriyor. Ne zaman ki sosyetik isimler yaygınlaşıyor, üst tabaka bu kez başka isim arayışına giriyor.

Peki sahip olduğunuz isim hayatınızı etkiliyor mu? Evet bazı noktalarda etkiliyor. Özellikle internet aracılığıyla gerçekleşen tanışmalarda ismin genel imaji başlangıçta çok etkili. Örneğin yapılan bir araştirmada aynı iş yerine aynı pozisyon için birbirinin aynı iki ayrı başvuru formu gönderiliyor. Başvuruların birinde beyazların kullandığı geleneksel bir isim kullanılıyor, diğerinde ise siyahlarin kullandığı geleneksel bir isim kullanılıyor. Elbette en çok iş teklifi beyaz isme geliyor.

Üşengeç sosyologlara üzerinde çalışmaları için bir konu: isimler ve o isimlerin toplumsal imaji konusunda bir araştırma yapabilirler. Araştırmanın bir parçası olarak da yukarıdaki gibi aynı iş pozisyonu için birbirinin aynı iki ayrı iş basvuru formunu bir Hidir ismiyle bir de Berk ismiyle yollasınlar. Bakalım hangi isim daha çok iş görüşmesi teklifi alacak. Çok merak ediyorum.
TARAF GAZETESİ


#navbar-iframe { height: 0px; }