30 Mart 2008 Pazar

Sarışınlar ve esmerler














Hıdır Geviş

Yanlış hatırlamıyorsam üç yıl önceydi. Boston’daydım. Bir yandan okula gidiyorum, bir yandan iki ayrı işte gece gündüz çalışiyorum. Burada okumak hic de kolay değildi. Çünkü ne babamın bana vereceği dolarları vardı, ne de ben Türkiye’deki 12 yıllık gazeteciliğim süresince bir tek kuruş biriktirebilmiştim. Hiç bir zaman biriktirilecek kadar maaş alamamıştım ki.

Ogün, garsonluk yaptığım Harvard Faculty Club’da işimizi çok geç bitirebildik, çıkmaya hazırlanıyoruz. Ben ve Diego öyle yorgunuz ki eve gitmeye halimiz yok, ne yapalım, ikimiz de bu tarihi binanın ana girişindeki antika koltuklara yayılıverdik. O rahatlıkla dereden tepeden konuşmaya başlamışız. Eğer yorgunsanız ve orada çalışmıyorsanız, Harvard Üniversitesi ne bağlı bu klubün ınsanı 1900’lü yılların başlarına götüren havası sizi dinlendirebilir. Etrafta güzel mobilyalar, oryantal halılar, eski tablolar ve rafine bir tat var.

1931 yılından bu yana faaliet gösteren ve bugün üniversitenin kampus alanı içinde kalan Harvard Club binasında bir zamanlar ünlü yazar Henry James ve filozof kardeşi William James de yaşamış. Bina iki katlı. İlk iki katında ve bodrum katlarında çesitli büyüklükte odalar bulunuyor ve bu odalar, özel yemekli toplantı yapmak isteyenler tarafından kiralanıyor. Çatı katındaki odalar ise otel odası gibi kullanılıyor. Dışarıdan bakıldığında sade bir villa gibi gözüken bu bina, bugüne kadar kraliçelere, bakanlara, politikacılara ve Hollywood yıldızlarına ev sahipliği yapmış. Ben de orada çalışırken pek çok ünlüyle tanışma imkanı buldum. Ama onları görmek beni hiç heyecanlandırmıyordu, çünkü genellikle çok yorgun ve yarı uykulu oluyordum. Ayrıca o zamanlar gazeteciliğe ara verdigim için, ortalarda garson kılığında bir haber ajanı gibi değil de basbayağı garson gibi dolaşıp saatimi doldurmaya çalışıyordum.

Mesela üç kocayı hakkın rahmetine erdirip dünyanın en zengin kadınlarından biri olmayı başaran Lily Safra’nın önüne yemek tabağı koyma ayrıcalığını orada yaşadım. Çok hızlı çalıştığım için beni sıcak basmış, oda ısısını soğuğa ayarlayınca da kadıncağazı öksürtmüştüm. Yine eski Portekiz başbakanı ve şimdiki Avrupa Birliği Komisyonu Baskani Jose Manuel Barroso’yu bir güvenlik toplantısı nedeniyle bulunduğu 30 kişilik odada, ben bizzat kendi ellerimle beslemiştim. Ancak ogün çok çalıştırıldığım için asabiydim ve doğal olarak tabağı önüne biraz sert koyunca, yemeğin sosu adamcağazın bembeyaz gömleğine sıçrayıvermişti. Ben her ne hikmetse hayret dolu bakışlarla lekeyi incelerken o da hayret dolu bakışlarla bana bakmıştı. Yanlış hatırlamıyorsam bu aksaklıkların hiç birinde kasıt yoktu.

Neyse konuyu dağıtmakta üstüme yok. Zigzag çizerek yazı yazıyorum, özür dilerim. Diego ile sohbetimize döneyim.

Oldukça esmer biri olan Diego, 15 yıl önce Kolombiya’dan buralara gelmiş. Deli gibi çalışmış ve sonunda bu kulübde supervisor olmuştu. Diego ile olan sohbetimiz bir ara gelip insanın sadece zekası, karekteri ve çalışkanlığı ile kaderini belirleyemeceği meselesine dayandı. İkimiz de kaderimizin belirlenmesinde bizim elimizde olmayan başka bazı etkenler olduğu konusunda hemfikirdik; mesela güzellik, mesela renk, mesela boy pos, mesela cinsiyet, ırk, din, aile bireyleri, konu komşu, akrabalar, dogduğunuz coğrafya... Bunların hiç birini seçmek bizim elimizde değil ama bunların her biri bizim nasıl bir hayata sahip olacağımız konusunda az ya da çok belirleyici oluyordu. Şans denilen etken de bu noktada ortaya çıkıyordu zaten.

Konuyu iyice dağıtmaya başlamıştık ki Diego bir şey söyledi. Bugün hala gorustügüm bu arkadaşımın, aklımdan çıkmayan sözü şuydu: Koyu renkli olmasaydım Amerika’ya göçeder miydim bilmiyorum. Biraz beyaz olsaydım ülkemde iyi bir iş bulurdum ama sarışın olsaydım çok daha iyi bir iş bulurdum.”

Geçen hafta sonu yine Boston’daydım ve her zaman olduğu gibi dostlarım Hüseyin ve Şükriye’nin evinde misafir oldum. Hüseyin yıllardır Harvard’da çalışan, kanser üzerine araştırmalar yapan çok başarılı bir bilimadamı. Şükriye ise uzman hemşirelik yapan, zekası ve enerjisiyle beni her zaman büyüleyen bir kadın. Bu dostlarımla biraraya geldiğimizde sohbete öyle bir dalıyoruz ki sabah 6 da ancak odalarımıza geri dönebiliyoruz. Sohbetin konularından biri ise sarışınlar ve esmerlerdi. Onlara Diego’nun bana söylediği sözü aktardım.

O gece yaptığımız tartışma hemfikir olduğumuz ortak bir tezle noktalandi: “Sarışınlar zengin, esmerler fakir ölür.” Peki neden?

Diego’nun yaklaşımından hareket edersek, Kolombiya gibi nüfusun çoğunluğunun esmer oldugu bir ülkede beyaz olmak hatta sarışın olmak bir çesit ayrıcalık olabiliyormus demek ki. Zaten Güney Amerika yapımı TV dizilerine baktığinızda zengin eğitimli köklü ailelerden gelenlerin beyaz hatta beyaz ötesi yani sarışın olduğu görülür. Marabalardan işçi sınıfına, serserilerden işsizlere inildikçe renkler koyulaşır, insanlar esmerleşir. Aslında bu sonuç bu tür ülkelerde renk konusundaki toplumsal algıyi da gösteriyor. Beyazlar ve sarışınlara ilişkin imaj, onların daha güvenilir oldugu yönünde. Çünkü onlar daha eğitimli ve zengin. Dolayısıyla bu genel kavrayış biçimi, işe eleman alımlarında beyazları esmerlere karşı avantajlı konuma getirebiliyor.

Ya Amerika gibi gelişmiş ülkelerde nasıl? Burada durum farklı mı? Çok değil. Yapılan araştırmalar kadınların aldığı saç boyalarının yüzde 40’ının sarı ve sarının tonları olduğunu gösteriyor. Yani saçı koyu renkli olan kadınlar, boyayla sarışınlaşmaya çalışıyorlar. Tıpkı esmer doğup sarışın ölen Marilyn Monroe gibi. Peki bu kadınlar neden bunu yapıyor? Sarı saçın erkekleri baştan çıkaran bir tur bayrak olduğuna inandıkları için mi? Yoksa bunun başka bir nedeni mi var. Her ne ise ama kesin olan bir şey varsa o da Amerikan erkekleri teoride esmerleri daha akıllı ve güvenilir bulsa da pratikte sarışınlara prim veriyor. Eğer öyle olmasaydı hiç bir marifeti olmayan Paris Hilton bu kadar ünlü olmaz, rahmetli sarışın porno yıldızi Anna Nicole Smith o kadar iş yapmazdı. Onları ünlü yapan erkeklerin onlara olan ilgisi. En gözde Hollywood yıldızlarının da çoğu sarışın değil mi. Alın Scarlet Johnson’u Renee Zellweger’i, Sharon Stone’u, Nicole Kidman’ı, Charlize Theron u, Cate Blanchett’i….

Sarı saç kadını daha çekici, daha genc, daha eğlenceli, daha hoppa, daha flörtçü ve daha kadınsı yapan bir unsur. İşte tam da bu nedenle, suratı liseli kız suratını andıran rock şarkıcısı Elvis Presley, saçıni siyaha boyuyordu, neden, elbette biraz erkeksileşmek için. Zaten Hollywood tarihinde de Garry Grand dan tutun George Clooney’ye kadar en erkek jmnlerin hepsi esmer ve siyah saçlı. Çünkü siyah saç sahibine daha erkeksi, daha olgun ve daha durmuş oturmuş bir hava katıyor.

Sarışınları sadece erkekler değil kadınlar da seviyor. Cinsel açıdan demiyorum. Örneğin kız çocuklarının eline tutuşturdukları sarı saçlı barbie bebekleri anneleri seçmiyor mu. Zaten sunni döllenme ile anne olmaya çalışan kadınlar yine sarışın erkeklerin spermlerini tercih ediyor. Hatta internette Danimarka’daki sperm bankalarının daha çok iş yaptıkları yazılıp çiziliyor. Çünkü Danimarka’da halkın çoğu doğal sarışın oduğu için satıştaki spermlerin de sarışın erkeklere ait olduğu düşünülüyor.

Esmerlerle kıyaslandığında sayıları dünyada çok daha az olan sarışınların gördüğü bu rağbet, esmerlerdeki kıskançlık ve haset duygularını kabartıveriyor. Esmer kadınlar, bilincaltı karanlığında bir takım hesaplamalar yapıp, sarışın kadınların haksız rekabete yolaçtığına kanaat getirebiliyorlar. Erkekler ise sarışınları tavlama konusunda güçlük çekebiliyorlar, çünkü isteyenleri çok. Yani başka erkeklerle yarışmaları gerekiyor. Dolayısıyla her iki kesim de içine düştükleri bu durumun intikamını bir şekilde sarışınlardan alıyorlar. Nasıl mi? Söyleyeyim: Her iki taraf da sarışınların aptal yosmalar olduğuna inanmak istiyor ve başkalarını da buna inandırmaya çalısıyor. Zavallı Marily Monroe neredeyse her filminde ayrı bir aptal sarışını oynuyordu.

Nitekim Erkekler Sarışinları Sever filminin1949 yılı versiyonunda sarışıni oynayan Carol Channing şöyle der, “Akıllı olmam gerekmiyordu. Kimsenin de benden böyle bir beklentisi yok zaten. Tek yapmam gereken şey var o da sarışın olmak.”

Sarisinlar sadece aptal degil kotu kadin olarak da sunuluyor. Yeşilçam filmlerinin sarışın yıldızları Suzan Avcı ve Neriman Köksal kötü kadın değiller miydi. Ne zaman ki Neriman Köksal yaşlanip çaptan düştü, işte o zaman iyi kadın rollerinde oynatıldı. Banu Alkan’ı ise hiç sormayın; o hep erkeklerin aklına kötü düşünceler getiren kadın rollerindeydi .

Halbuki eski zamanlarda sarışınlar daha itibarlıydı. Baksanıza kül kedisi masalına. Zavallı, boynu bükük, iyi kalpli kız konumundaki Kül kedisi, aslında sarışındır. Kahrolası üvey bacıları ile üvey annesi ise esmer.

Amerika’da üstüne üstlük Karadenizli temel fıkraları benzeri binlerce aptal sarışın fıkrası var. Bi tanesi aynen şöyle: Bir gün, bir esmer, bir sarışin ve bir de kızıl dilber bir bara kafa çekmeye gitmişler. Esmer olan barmene seslenmiş ‘Ben bir B ve K alabilir miyim”. Barmen sormuş; “O da ne ola ki” esmer cevaplamış; “Canım Bourbon ve Kola işte”. Bunun üzerine kızıl seslenmiş, “Bana da bir C ve T verir misin şekerim.” Barmen yine anlayamamış ve sormuş, “O da ne?” Kızıl yanıtlamış, “Cin ve Tonik”. En son sarışın seslenmiş, “barmencim ben alkol almıyorum, sana zahmet bana da bir 3 ve 5 verir misin”. Barmen iyice şasırmış ”anlamadım hanımefendi nedir o?” Sarısın karşılık vermiş, “7 gün”.

Kaba ve zorlama bir genelleme yaparsak şöyle söyleyebiliriz: İşte yukarıdaki nedenlerle paralı erkekler, ellerindeki güçle sarışınları kendilerine çekiyor. Sarışınlar zengin erkeklerle evlendikçe, zengin nüfus sarışınlaşıyor.

Bu da üşengeç sosyologlara bir başka araştırma konusu olsun.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

#navbar-iframe { height: 0px; }