27 Nisan 2008 Pazar

Aman avcı vurma beni



Aman avcı vurma beni

Hıdır Geviş-Taraf gazetesi

Bu hafta, yazar Fatih Özgüven New York’daydı. Geçtiğimiz çarsamba O’nunla buluşup hasret giderdik. Çok özel bir sey yapmadık. Manhattan’ı yürüyerek dolaşmak Fatih’in en sevdiği sey, dolayısiyla biraz yürüdük, bir lokantada bir şeyler yedik, bir kitapçıya uğradık, bir kafeteryada kahve içtik.

İnsan Fatih’in yanında kendini inanilmaz rahat hissediyor. Bazı arkadaşlar vardır hani, ayaklarına dolanan bir tür gündelik hayat RTÜK’ü gibidirler: Sürekli seni kontrol eder, onların onaylamadığı bir şey yaptığında ise bakışlarıyla ya da sözleriyle seni yargılamaya kalkarlar. Elbette bu tür arkadaşların uyguladığı psikolojik tacizler sizi yorar, hatta canınızdan bile bezdirebilir. Ancak Fatih’de öyle şeyler yok. İlişkiyi tek yanlı hale getirip kendi ilişkisi yapmaya çalışmıyor. Üstelik geride bıraktığı onca güzel makaleye, çeviriye ve kitaba rağmen çok alcakgönüllü biri. Başarılarıyla karşısındakini ezmeye kalkışmıyor. Zaten Fatih böyle olmasaydi, Bilgi Üniversitesi’ndeki öğrencileri O’nu bu kadar çok sevmezdi.

Ben Fatih’in bu davranış biçimini, Ondaki sağlam bir kendine güvene ve kendiyle olan barışıklığına bağlıyorum. Ne yazık ki Türkiye toplumunda yüksek eğitime sahip olanlar ile paraya sahip olan insanlar arasında nadir görülen bir ozellik bu. Bunun nedenlerine geleceğim. Ama önce bir sonraki gün katıldığım bir partiden sözetmem lazım.

Perşembe günkü partiye 2 saat geç gittim, buna rağmen içersi hala kalabalıktı. Midtown’ın doğusunda yer alan BlackFinn adlı bir barın üst katında yapılıyordu bu parti. Klasik bir İrish barı. Pek bir özelliği yok, sadece rahat bir mekan.

O saate kadar partideki herkesin biraz içmiş, azıcık çakırkeyif ve yelkenleri hafif koyvermiş olmaları beklenir degil mi. Yok hayır, hiç de öyle değildi. Özellikle de erkekler, sanki sınır boyunda nöbet tutuyorlar. İnsan azıcık sarhoş gibi davranir, hafif gözleri kayar, agzı bir milim yamulur. Yok, bu erkekler kendilerine karşı çok pür dikkatler, gözleri başkalarından çok kendi üzerlerinde. Kızlarımız deseniz yine öyle. Ben biraz yavru köpekler gibiyim. Haliyle hemen herkese yanaşıyorum. Ancak kızlar sanki, ”höst asılma, geri bas karabaş” hallerindeydi. “Aman size mi kaldim, Allah yazdıysa bozsun” diyecektim ama diyemedim işte.

Hani Türkiye insanını tanımayan bir Amerikalı böyle bir ortama düşse, Türkiyeliler’in çok soğuk, hiç de arkadaş canlısı olmayan, üstelik arrogant (küstah) bir toplum olduğunu bile düşünebilir. Zaten buradaki insanların tavrından da bundan başka bir sonuç çıkarmak mümkün değil.

“Allah Allah, ne iştir, misafirperver Türkiye insanı ne zamandan beri bu hale geldi” diyeceksiniz, Ona da geleceğim.

Bu parti bir networking partisi. Gilda adlı yaman mı yaman, zeki mi zeki, şirin mi şirin bir kız tarafından düzenlenmiş. Gilda daha önce de buna benzer partiler düzenlemiş. Amacı Türkiyeli olup New York’da yaşayan ve finans sektöründe çalışan profesyonelleri biraraya getirmek ve böylece katılımcıların, kendi aralarında bir dayanışma ilişkisi kurmalarına olanak sağlamak. Yani insanlar buraya gelip yeni insanlarla tanışiyor ve kendilerine bir çevre ediniyorlar. Ne güzel değil mi.

Bu tür partiler burada çok yaygın, adına da “networking events” deniyor. Örneğin doktorlar, mühendisler, feministler, gayler kendi aralarında bu tür partiler düzenleyip bir “community” yani bir topluluk yaratmaya ve bu topluluğun bir parçası olmaya çalışıyorlar. Bir Hedge Fund şirketinde çalışan arkadaşım Etienne, bu tür partilerin müptelesi. Bu yolla, hiç de azımsanmayacak sayıda cok iyi arkladaşlar edindi. Güney Afrika asıllı bir beyaz adam olan Etienne, özellikle 1983 den beri faaliyet gösteren The New York Bankers Group etkinliklerini hiç kaçırmıyor. Bu grupta finans sektöründe çalışan gay kadın ve erkekler yer alıyor.

Belirtmekte fayda var. Bu tür partileri düzenleyenler 10 dolar, 20 dolar bazen daha da fazla giriş parası alırlar ve bundan elde edilen parayı da bir sonraki organizayon ya da bir hayır işi için harcarlar. Ancak Gilda, tümüyle kendi bireysel emeğini koyarak düzenlediği partilerden giriş parası almıyor.

Dönelim Türkiye asıllı finansçıların bir araya geldiği event’e... Kimse kendini benden koruyamaz . Oradaki insanların bütün soğukluğuna rağmen, gözüme kestirdiğim, aklıma yatan herkesle tanıştım. Ancak onlarla tanıştıktan sonra gördüm ki bu insanlar aslında hiç de burnu kalkık, kedini beğenmiş tipler değillermiş. İçerinden çok tatlı insanlar var. Yaptıkları iş konusundaki bilgi ve tecrübelerine ise diyecek yok. Peki kardesim neden kendilerini başkaları için yaklaşması zor insanlar haline getiriyorlar? Sakın bu karşı taraftan gelebilecek riskli bir takım davranışlar için baştan insa edilmiş bir çeşit kendini koruma kalkani ya da kendini kapatma yöntemi olmasın. Acaba bu insanlar da baskalarına karşı genel bir güvensizlik mi var.

Çok uzatmaya gerek yok. Bunun sebebi Amerikaliların “personel insecurity” dedikleri şey. Türkçedeki karşılığı tam nedir ben de bilmiyorum. Ne zamanki üniversitelerin psikoloji departmanlarında çalışan üşengeç biliminsanları bu konularda yazıp çizer, o zaman biz de öğreniriz. Ama şöyle izah edebilirim. Kendine güvensizlikle, kendini güvende hissetmeme, başkalarına güvensizlik ile narsizm ve aşağılık kompleksinin kombinasyonundan oluşan bir tür psikolojik durum. Biliyorum , çok anlaşılır bir tanım olmadı. Fakat hiç acele etmeyin, birazdan her şey daha anlaşılır hale gelecek.

Türkiye’yi en son ziyaretimde, Songül ablamın Ankara daki evindeyiz. Serdar Ortaç’ın da konuk olduğu bir TV programını izliyoruz. Ortaç’ı izlerken o kadar gerildim ki evdekilerden kanalı değiştirmelerini rica ettim. Çünkü Serdar Ortaç inanılmaz derecede gergin duruyordu, belli ki o an bulunduğu ortamda hiç rahat değildi. Halbuki programa katılan diğer konuklar gayet eglenceli, nazik ve hoş insanlardı. Yani onlardan kaynaklanan hiç bir sorun yoktu. Sorun Ortac’ın kendisinden kaynaklanıyordu.

Serdar Ortaç yüksek voltaj verilmiş bir ampulu anımsatmıştı bana, sanki her an pat diye patlayacakmış gibi… Bu nedenle adama bakamadım. Çok yoğun ve ters bir enerji yayıyordu. Stüdyodaki koltuğunda oturuyordu oturmasına ama sanki her an oradan çekip gitmek istiyormuş gibi bir hali vardı. Beden dili ise tıpkı acemi bir hırsızın bir mağazadan bir eşyayı çalma anındaki beden dili gibi işliyordu. Hadi hırsız yakalanmaktan korkar da gergindir, peki Serdar Ortac a ne oluyordu? Ne bu gerginlik bu celal.

Söyleyeyim o da yakalanmaktan korkuyor. Tipik bir insecure vakası yani.

İnsecure insanların yaşadığı çok temel bir korku var: Karşı tarafın onlardaki bir şeyi keşfetme korkusu. Herkes kendinde başka bir şeyin keşfedilmesinden korkuyor. Kimi aptal olduğuna inanir ve bunun keşfinden korkar, kimi gizli escinseldir ve durumuncakilmasindan çekinir, kimi aslında bilgisizdir ve gercegin aciga çıkmasından endişe eder, kimi dış görünüşüyle sorunludur ve bu konuda ona birinin bir şey demesinden tedirgin olur, kiminin cinsellikle ilgili bir sorunu vardır ve bunun öğrenilmesinden huylanır, kiminin ailesiyle özel sorunları vardır ve birinin bunları onun yüzüne vurabileceği endişesini yaşar, kiminde ise hiç bir şey yoktur ve buna rağmen başkası tarafından suçlanma korkusu yaşar.

Dolayısıyla bu tür insanlar her an bir saldıraya uğrayacakları paranoyasıyla, her zaman tetikte beklerler, bu nedenle gergindirler. Kimileri bu korkuyu kendiyle barisarak yenmek yerine, biraz bilerek ya da bilmeyerek yanlış bir taktiğe basvurur. Yeni tanıştıkları insanlarla muhatab olmayaya özen gösterirler, onlarla aralarına görünmeyen bir duvar inşa ederler.

Zaten bu nedenle toplumda, “Ne bakıyon ulen bişiy mi var” başlıklı pek çok tartışma yaşanır. Bu tartışmalar kanlı kavgalara dönüsebildiği gibi ölümle de sonuçlanabilir.

İnsecure insanların sayısının bu toplumda bu denli yüksek olmasının da bir nedeni olmalı öyle değil mi. Politik ve ekonomik olarak istikrarsiz ülkeler, bu tür vakalarin yetişmesi için inanılmaz bereketli bir toprak. Çünkü bu toplumda hiç bir şeyi tahmin edemezsiniz. Kimden ne zarar geleceği belli değil. Polis sizi kolunuzdan tutup karakola götürür ve orada neden onca dayak yediğinizi öğrenemezsiniz bile, sokakta yürürken asabı bozuk iki delikanlının keyfi saldirısına uğrayabilirisiniz, yarın öbürgün çalıştığınız şirket batar ve işinizi kaybedip ele güne muhtaç hale düşebilirisiniz. Kuralına uygun araç kullanırken kuralına uymayan bir kamyoncunun üzerinize çıkması sonucu hayatınızı kaybedebilirsiniz, sırf patronunuzun kişisel takıntıları nedeniyle işinizden hiç nedensiz kovulabilirisiniz.

Sizin de çok iyi görebileceğiniz gibi, güven ortamının çok zayıf olduğu tipik bir antidemokratik yoksul ülke tablosu bu.

Peki ratahsız olacak hiç bir şeyleri olmayanlara da ne oluyor. Onlar neden kendilerini insecure hissediyorlar. Neden olacak. Türkiye deki insanlar o kadar övgü cimrisi ki... Sanki övgünün kilosuna para sayıyorlar. Kaç anne kızının saç renginin ne kadar güzel ve farklı olduğunu söylüyor, kaç baba oğluna ses tonunun çok etkileyici olduğunu mırıldanıyor, kaç kardeş kardeşinin ne güzel yürüdüğünü hayranlıkla ifade ediyor, kaç arkadaş arkadaşının ne kadar güzel bir kişiliğe sahip olduğunu vurguluyor, kaç amca liseyi orta dereceyle bitirse bile yiğeniyle gurur duydugunu dile getiriyor, kaç abla küçük kardesine dönüp, ”ailemizi bugüne kadar hiç üzmediğin için sana teşekkür ediyoruz” diyor, kaç genel müdür o gün yardımcılarıyla değil de, iyi iş çıkartan bir memuruyla oturup başbaşa öğlen yemeği yiyor .

Tam aksine, Türkiye deki insanlar kişisel ilişkilerinde, negatif yönlere vurgu yapmaya bayılıyorlar. Bu nedenle en yakın arkadaşlıklarda bile taraflar birbirleri için çok can sıkıcı olabiliyor. Toplumdaki bu egilim de kendine güvensiz ve insecure insanların ortaya çıkmasına zemin hazırlıyor. Bu zeminde kök salan insanlar ne kadar bilseler de, ne kadar başarılı olsalar da ,ne kadar iyi insanlar olsalar da, ne kadar zengin olsalar da kendilerini hep eksik ve yetersiz hissediyorlar, çünkü çocukluklarında da gençliklerinde de hiç takdir edilmemisler ki.

İşte bu noktadan itibaren olayın öteki yüzüne geçiyoruz. Pek çok araştırmacıya göre insanlardaki takdir edilme isteği ve yetersizlik duygusu onları başarıya götüren bir etken de olabiliyor. Sanırım şimdi Gilda’nın tertib ettiği toplantıya katılan New York’lu Türkiyeliler in çok yüksek eğitimli olmalarına, çok iyi bir kariyer yapmış olmalarına bir anlam verebilirsiniz.


Ego Check adlı kitabin yazarı Mathew Hayward, insecure insanların her zaman daha fazla çaba gösterdiklerini belirterek şöyle devam ediyor: ”Yeteri derecede iyi olmadıklarına dair inanç, insecure insanları daha çok calışmaya ve başarıya götürüyor”

US Today adlı gazetenin geçen yılki bir sayısında yer alan haberde, çoğu büyük sirket CEO’larının (Genel müdür) insecure insanlar olduğu yazılıyordu. Kimisi sanki olkuğu üniversiteler, yaptığı mastırlar yetmiyormus gibi, işe güce ara verip her şeyin üstüne bir de ilahiyat ve psikoli eğitimi alıyo. Eski General Electric Genel Müdürü Jack Welch kekemeydi. İki büyük şirketin sahibi Robert Smithhala ise insecure olduğunu kendi ağzıyla itiraf ediyor ve şöyle söylüyor: “Dürüst olacağım, başka şirketlerin yöneticilerinin benim siyah olduğumu öğreneceklerini ve sırf bu nedenle benim şirketlerimle iş yapmayı reddedeceklerini aklımdan geçirip korkuya kapılıyorum.” Smithhala bu nedenle kendi resmini asla şirket web sayfalarında kullanmıyor.

Bu konu ne kadar kalem sallasan o kadar gider. Ayrıca burada gecenin 3 buçuğu oldu. O nedenle frene basıyor ve sözlerimi bir türküyle bitiriyorum: "Aman avcı vurma beni. Ben bu dağın ay balam maralıyam. Maralıyam hem yaralı. Avcı vurmuş ay balam yaralıyam."

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

#navbar-iframe { height: 0px; }