25 Şubat 2008 Pazartesi

Tetiği Prozac mı çekti



Hıdır Geviş-New York

Geçen gün arkadaşım Gülşat Aygen'le telefonda konuşmaya başlayınca içimi bir sevinc kapladı.
Bu cümle, ilkokulda kürsüden okunan Atatürk şiirlerinden borç alınmış gibi duruyor ama sahiden de öyle oldu: içimi bir sevinç kapladı. Lakin çok geçmedi ve bu sevinç bir noktada kursağımda kalıverdi. O noktadayken biz, silahı kapıp okul kampüslerinde insanları öldüren kafadan rahatsız öğrencileri konuşuyorduk. Katil öğrencilerin bir çesit depresyon ilacı olan Prozac ile olan ilişkisini konuşmaya basladığımızda ise psikoloğuma ihtiyaç duyar hale gelmiştim bile.

Gülşat bana hayli uzak bir yerde, Chicago'da yaşıyor. Yani Amerika'nın Midwest'inde (orta kuzey), bense Kuzey doğusundayım. Bu mesafeye rağmen, ne zaman kendimi kemikleri alınıp kasap tezgahına serilmiş bir tutam kuşbaşılık et gibi hissetsem, O'nu arıyorum. Sağolsun her defasında beni kendime getiriyor. Bana sahip olduğum gücü hatırlatıyor. Bu da her şeye yetiyor: cesaretim artıyor, güvenim tazeleniyor...

Bu kez O'nu kendim için değil, Onun için aramıştim. İki sebeple: Birincisi geçmiş olsun demek için, ikincisi tebrik etmek için.

Gülşat'la Harvard Üniversitesi'nde öğretim görevlisi olarak çalıştığı zaman tanıştım. Harvard'ın zeki Amerikalı öğrencilerine kendi dillerini, yani Ingilizceyi öğreten bu isimden hayli etkilenmiştim. Türkçeye içinde Kitle ve İktidar ın da bulunduğu nitelikli kitaplar çevirmişti. Dilbilim alanında uzmanlaşmıştı. Noam Chomsky (Herkes bu ismi siyasetbilimci yönüyle tanıyor. Chomsky aynı zamanda dünyanın en önemli bir kaç dil teorisyeninden biridir) ile birlikte çalışmalar yapmıştı. Üstelik Chomsky O'na fazla uzak değildi; Harvard'dan yaklaşık 4 otobüs durağı ileride olan ve Charles nehrinin kıyısında konuşlanmış olan MIT adlı diğer bir namlı üniversite de görev yapıyordu.

Gülşat, öğrencilerinin olduğu gibi, tanıştığı insanların da dünyasını zenginleştiren biri. Bizi Massachuset caddesi üzerinde entellektuel solcuların gittigi Republic gibi barlarla tanıştıran oydu. Republic'den bir kac sokak ötedeki Cantab Lounge'a bizi götüren ve siyah şarkıcı Peanut Man'le tanıştıran da oydu. Peanut Man'den "The Department Store" şarkısını birlikte dinlemiş, çok eğlenmiştik.

Ancak Gülşat'ı güç bulmuş, çabuk kaybetmiştim. Harvard'daki başarısı O'na yeni kapılar araladı. Bir gün bizleri Boston'da bırakıp Illinois eyaletine taşındı. Ardından da ben, Boston'dan ayrıldım ve New York'a yerleştim.

Gülsat'ın Illinois Üniversitesi'ndeki profesörlük kadrosu geçenlerde onaylandı. O'nu kutlamak istememin sebebi buydu. Geçmiş olsun demek istememin sebebi ise şu: Geçen hafta, Steven Kazmierczak adlı bir öğrencinin 5 kisiyi öldürdüğü 18 öğrenciyi yaraladığı geçen haftaki saldırı olayı, O'nun ders verdiği DeKalb'deki kampüste gercekleşti.

Peki bu sonu gelmez kampüs saldırıları neyin nesiydi? Gülsat'ın konuyla ilgili ne düşündüğünü çok merak ediyordum. Nitekim, telefonda Gülsat'a saldırının üniversitedeki gündelik hayatı nasıl etkilediği de dahil olmak üzere pek çok soru sordum.

Gülşat, saldırının meydana geldiği kampüste şu an 200'ün üzerinde gönüllü terapistin görev yaptığını söylüyor.Her sınıfa öğretim üyesiyle birlikte bir de treapist giriyormuş, sadece sınıflarda da değil kütüphane ve koridorlarda da terapistler kol geziyormuş. Bu terapistlerin amacı ise üniversitede şiddete şahit olan ögrencilerin yaşadıkları farklı seviyelerdeki trauma konusunda onlara yardımcı olmak ve öğrencileri ileride ortaya çıkması muhtemel post traumatic disorder ı (Türkiye'de Vietnam sendromu ya da trauma sonrası stres bozukluğu olarak biliniyor) basından önlemek. Bunun dışında okul yönetimi, bir süreliğine okuldan uzaklaşmak isteyen öğrencilere bir sömester boyunca ders almama hakkı da tanımış.

Okul yönetiminin gelişmelerle ilgili tavrını iki ayrı yaklaşımla değerlendiren Gülşat şöyle söylüyor: "Üniversitenin aldıği bu önlemler, bireylerin şiddetten nasıl etkilendiğinin bilinmesi ve buna göre önlem alınması konusunda çok anlamlı. Ancak alınan tedbirler biraz abartılı. Bazı öğretim üyeleri aramızda toplandık ve sınıflara terapist alınmasını istemediğimizi yönetime bildirdik. Bu eğitimi sınırlayan bir yöntem, ben sınıfımda terapist de olsa bir yabancının beni izlemesini ve dinlemesini istemem."

Türkiye'deki gençlik yıllarında ağır işkencelerden geçen Aygen, 12 Eylül şiddetinin nasıl bir şey olduğunu en iyi bilen isimlerden biri. Dolayisiyla siddet konusunda çok hasas. Üstelik post travmatik stres kavramını literatüre kazandıran Harvard profesörlerinden Judeth Herman'ın da yakın arkadaşi. Bu arada belirteyim. Herman'ın "Travma ve İyileşme adlı kitabi Dr. Tamer Tosun tarafından Türkçeye kazandırıldı. Hatta Herman, Türkçe baskıya özel bir önsöz bile yazdı.

Çiceği burnunda profesör arkadaşım, üniversitelerdeki bu şiddetin en önemli sebebinin Amerika'da silah satışının serbest olması. Toplu kıyım gerçekleştiren saldırganların çoğunun bir şekilde psikolopjik tedavi görmüş olduğunu belirten Aygen, "işin ürkütücü yanı tedavi gören insanlara silah satılıyor olması" diyor.

Gülşat'ın bununla bağlantılı olarak dikkat çektiği bir başka nokta ise okullarındaki saldırıyı gerçekleştiren Steven Kazmierczak adli gencin de pek cok okul saldirgani gibi prozac kullanıcısı olduğu. The Shooting Drugs Prozac (Öldüren ilaç Prozac) adlı kitabın yazarı Donna Smart da benzer bir tespitte bulunuyor. Ona göre de Columbine, Oregon, Arkansas, Minnesota, Georgia, Massachusetts gibi bolgelerde yaptıkları saldırılarla birden fazla insanı öldüren saldırganların hepsi prozac ya da Zoloft, Paxil, Luvox, Celexa, Serzone veya Ritalin gibi başka depresyon ilaçlari kullanıyordu.
Yazar, Prozacın insanlarda gerçeklikle doğru ilişki kurma yetisini zayıflattığını ve en temel insani değerler konusunda bir bilinç karışıklığına yol açtığına inaniyor.

Içinde benim de yer aldığım bazı baska insanlar ise bu tür bir mantık yürütmeyi yanlış buluyorlar. Gerekçeleri ise şu: Bu saldirganlar zaten psikolojik olarak sorunlu olduklari için prozac kullanıyorlardı. Dolayısıyla onlar sadece prozac kullandıkları için değil, rahatsız oldukları için de o katliamları gerçekleştirmis olabilirler.

Telefondaki konuşmamızın bitiminde Gülsat beni Chicago'ya davet etti. "gelirim, bakarız" diye geçiştirdim. Aman ne işim var orada bu mevsimde. Kışları ülkenin en soğuk şehirlerinden biri. Nur içinde yatsın, vakti zamanında Erzurum kedilerinin damdan dama atlarken ortada donup kaldığını yazan Evliya Çelebi, bugun bu şehri ziyaret etseydi, Seyahatname'sine şöyle bir not düşerdi: "Sears Tower'dan (Kentin en yüksek, Dünyanın dördüncü yüksek binasi) canına kıymak için aşağıya atlayan delikanlılar, düşerlerken havada donuyor ve yere çakıldıklarında geriye buz parçacıklarından oluşan bir toz bulutu bırakıyorlar."

TARAF GAZETESI

22 Şubat 2008 Cuma

SERDAR TURGUT ONERIYOR: Türkiye genelinde çocuk yapma yasağının bir an önce konulması gerekiyor.


Serdar Turgut

Cinsel bilginin bu kadar düşüklüğüyle çocuk sayısının ters orantılı bir şekilde yüksek olması hatta kişi ne kadar cahilse o kadar fazla çocuğu olabilmesi, bir memleketteki mutsuzluk katsayısını hızla yükseltiyor

Türkiye genelinde çocuk yapma yasağının bir an önce konulması gerekiyor.

Çünkü etrafta görebileceğiniz gibi, ülkede haddinden fazla sayıda çocuk var. Ve tüm çocuklu aileler kendilerinin çok özel, çok takdir edilmesi gereken bir şey yaptıklarını düşünüp, ona göre davrandıklarından ülke genelinde bir davranış bozukluğu yaşanıyor.

İleride gündelik yaşam anarşisinin iyice zıvanadan çıkmasını engellemek için, çocuk yapılmasını bir süreliğine acilen yasaklamak lazım.

Bu son nüfus patlaması da gösteriyor ki; çocuk yapılmasının cinsellikle pek alakası yokmuş. Uzmanlara sorulan sorulara baktığımda cinsel bilgisi çoktan dibe vurmuş birçok insan olduğunu görüyorum ama aynı insanların çocukları da olabiliyor.

Örneğin; adam ‘Kız arkadaşımın ayak bileğine boşaldım, hamile olabilir mi’ diye düşünebiliyor ama sonra onun bile çocukları hem de birkaç adet olabiliyor.

Cinsel bilginin bu kadar düşüklüğüyle çocuk sayısının ters orantılı bir şekilde yüksek olması hatta kişi ne kadar cahilse o kadar fazla çocuğu olabilmesi, bir memleketteki mutsuzluk katsayısını hızla yükseltiyor.

Cansız mankenlerle sevişirken hamile kalmasın diye prezervatif takabilen adamların etrafta dolaştığı bir ortamdayız biz. Bir nevi cinsel inferno bu aslında.

Kafası bu şekilde çalışabilen insanlar bir şekilde gerçekten çocuk sahibi olunca aileleriyle dolaşmaya filan çıkıyor. Her çocuklu insan gibi, çocukları nedeniyle kendilerinin çok özel olduklarını ve bazı hakları olabildiğini sanabiliyorlar. İşte bu toplumsal anarşinin faciaya dönüştüğü andır.

Bunlar kendileri gibi olanlarla çok iyi anlaşırlar ve bir sorun yaşamazlar ama sorun siz onların arasında kaldığınızda yaşanır. Kaçış yoktur, onların arasından çıkış yoktur.

Adam ailesine bakıp hazla göbeğini kaşırken, siz zombiler tarafından basılmış bir alışveriş merkezinin anlatıldığı bir filmin karakter oyuncusuymuş gibi hissetmeye başlarsınız kendinizi.

Türkiye’nin cinsellik düzeyini araştırırken çok ilginç bir sonuca da vardım. Bu bir tür anomali ama ne yazık ki doğru. Cansız mankenlerin çocuk yapabileceğinin, canlılarının ise topuktan hamile kalabileceğinin düşünüldüğü bir ortamda, garip biçimde ülkemizde fetişistik eğilimlerin artmakta olduğunu tespit ettim.

Fetişistik seks, evrim sürecinin daha ileri bir aşamasındaki insanlara özgü olduğundan bu bize biraz tuhaf geldi. Ne oluyor; yani adam plastik vajinayla seksten veya şişme eşekle çiftleşmekten birden bire ayak fetişizmine geçiş mi yapıyor acaba? Arada olması gereken evreleri nasıl atlayabiliyor? Ve evet gelen mektuplardan ve sergilenen meraklardan anladığımıza göre Türkiye’de büyük bir ayak fetişizmi patlaması da yaşanıyor.

Türk erkeklerinin bu duruma düşmesi bizi hayli sevindiriyor ama süreci tam kavrayamadık.

Neyse; bir gün gerçekler ortaya çıkar inşallah. Bu arada fetişistler de ne yazık ki tüm hızlarıyla çocuk yapıyor. O hızda bir azalma yok. Bir diğer takıntı da bu... Ulusal takıntı da diyebiliriz buna.

Nüfusumuz 150 milyona çıktığında çok güçlü, büyük ülke olacağımızı düşünenler olabilir ama sadece kalabalık olacağız, o kadar...

150 milyon olduğumuzda ben artık alışveriş merkezlerine katiyen gitmeyeceğim.

Türkiye'yi zıplatacak belge


Mehmet Altan


Türk insanının özgürleşip zenginleşmesini…

Türkiye’nin dünyalaşmasını…

İnsanlarımızın dünya vatandaşı düzeyine çıkmasını…

Sağlayacak "program"…

Önceki gün AB tarafından onaylanıp gereği için Türk tarafına yollandı.

Nedir bu belge?

AB'ye "Katılım Ortaklık Belgesi."

Bu on beş sayfalık metni hayata geçiren, Türkiye'yi zıplatır.

Ayrıca AB tam üyeliği için bunları üç ya da dört yıl içinde yapmak durumundayız.

Metin her yerde var, bir bulup okuyun isterseniz.

Katılım Ortaklığı Belgesi, kişisel olarak benim siyasetle "mutabakat" belgemdir.

Siyasal yaşamı oradan izlerim…

Size de aynısını tavsiye ederim.

Ankara siyasetinin pusulasını kaybedip kaybetmediğini en iyi bu belgedeki tavsiyelere yönelik çözüm iradesi anlatır çünkü.

* * *

Katılım Ortaklık belgesi…

Belgenin ilk talebi, kamu yönetiminin daha etkin işlemesine ve yerel yönetimlerin güçlendirilmesine ilişkin... AB, "Kamu Yönetimi Temel Tasarısı'nın" yeniden gündeme sokulmasını istemekte.

İkinci sırada vurgulanan konu, sivil otoritenin askerî otorite üzerindeki yönetim ve denetim biçiminin AB standartlarına getirilmesi konusu...

Belgede, güvenlik konularında sivil otoritenin askerî otoriteyi mutlak bir gözetim içinde tutması talebi bir kez daha yenilenmekte, askerî harcamalarda denetim ve saydamlık konusu vurgulanmakta… Gene bu maddede vurgulanan son nokta ise askerî yargı sisteminin yetkilerinin sınırlandırılmasına ilişkin.

Yargı reformu, yargıçların Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve AİHM kararları doğrultusunda eğitimden geçirilmesi, yargıç bağımsızlığı ısrarla istenmekte...

* * *

Katılım Ortaklığı Belgesi, yolsuzluklara da gönderme yapıyor, yolsuzluk ve yozlaşmayla mücadelede AB'nin yöntemlerinin Türkiye'de de uygulanması önerisini getiriyor.

İnsan hakları ve azınlıkların korunması hâlâ Katılım Ortaklığı Belgelerinin gündeminden çıkabilmiş değil.

Ayrıca.Katılım Ortaklığı Belgesi, işkenceyle mücadelenin daha etkin sürdürülebilmesi için örneğin Birleşmiş Milletler işkenceyle mücadele protokolünün onaylanmasını taleb ediyor. Hem de işkenceye "sıfır hoşgörü" politikasını hatırlatıyor ve bunun gerekleri konusunda da uyarılar yapıyor, öneriler getiriyor.

İfade özgürlüğü konusunun Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve AİHM içtihadı doğrultusunda geliştirilmesi de KOB'da vurgulanan bir özgürlük konusu...

* * *

KOB, din özgürlüğü, sivil toplum kuruluşlarının sorunları, toplantı ve gösteri hakları, kadın hakları, çocuk hakları, çalışanların hakları, ayrımcılık politikaları gibi konulara da özel vurgu yapmakta.

KOB'da azınlık hakları ve kültürel haklar konusu ayrıcalıklı bir yer alıyor ve ülkemizin Doğu ve Güneydoğu meselesine özel gönderme yapılıyor, köy koruculuğu sisteminin yarattığı sakıncalara değiniliyor, belirli bölgelerin mayınlardan arındırılması isteniyor.

KOB, Kıbrıs'ı da içererek tüm AB üyesi ülkelerle ilişkilerin bir an önce normalleşmesi talebini yineleniyor.

Ekonomiye gelince…

Ekonomik konulara da geniş yer veren yeni KOB, tavizsiz sürdürülen malî politikalara gönderme yapıyor ve bu politikaların devam etmesini destekliyor.

Sosyal güvenlik reformunun aciliyetini de hatırlatıyor.

KİT'ler, piyasa ekonomisinin işleyişinin düzeltilmesi....

Müzakere dosyaları olan malların serbest dolaşımı, hizmetlerin serbest dolaşımı, sermayenin serbest dolaşımı, kamu ihaleleri, şirketler hukuku gibi konular... Onlar da kapsama alanında.

* * *

Hükümet, AB yetkili organlarına bu taleplerin yerine getirilmesine ilişkin bir zaman çizelgesi, bir takvim sunmakla yükümlü.

Bu takvimim üç-dört yılı, yani bu yasama dönemini de aşmaması lazım.

Buna yönelik irade gösterilirse bu “program”, türban'dan Kürt sorununa, Alevi'lerden vicdani redde ve Türkiye'nin kanayan yarası işsizlikten yoksulluğa kadar bütün sorunları çözebilecek önerilerden oluşuyor.

* * *

Bu arada, Türkiye'nin kendi vatandaşına yönelik yüz kızartıcı hukuk ihlalini bir ölçüde onarmaya yönelik "Vakıflar Yasası" meclisten geçti.

Ayrıca…

Dünkü gazetelerde Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın yeni atanan büyükelçilere "AB katılım sürecinin ivme kaybetmeden ilerlemesinin önemine" yönelik sözlerini de okudum.

Bunlar önemli.

Ama yeterli değil.

Çözülecek çok sorun var çünkü.

Eğer, AB’nin Katılım Ortaklığı Belgesi’nin gerçekleşmesi konusunda adımlar atılırsa bu sorunlar yakın bir gelecekte çözülür.

Türkiye’nin huzura kavuşmasını isteyen herkes de o yolda bir arada yürür.


Star gazetesi

18 Şubat 2008 Pazartesi

Güller Savaşı


















Hıdır Geviş

İnsan kısmının bazı takıntıları beni öylesine öfkelendiriyor ki "ah keske olağanüstü güçlere sahip olsaydım " diye yazıklanıyorum bazen. Son bir haftada başıma gelen türlü olaylara, katlandığım gerilime ve yaşadığım üzüntüye şahit olsaydınız neden öfkelendiğimi ve neden olağanüstü güçlere sahip olmak istediğimi anlardınız.
Olağanüstü güçlere sahip olmak istiyorum çünkü insanoğlunun takıntılarından biri olan Sevgililer gününü (Valentine Days) bütün heskesin hafızasından bir daha hatırlanmamak üzere silmek istiyorum. Olmaz olası gün. Son bir kaç gündeki bütün sıkıntılarımın tek sebebi... İşte sırf bu nedenle Hindistan'ın Yeni Delhi kentinde de az sayıda da olsa bir grup Hindu'nun "bu yılık bir medya etkinliğidir" iddiasiyla Sevgililer Günü'nü protesto etmeleri kızgınlığımın atesini birazcık söndürdü gibi.
Sevgililer Günü için yaptığım hazırlıklar, harcadığım emekler, paralar, yaşadığım aksaklıklar ve daha sonra gelen hayal kırıklıkları beni öyle bir noktaya getirdi ki hiç bir şeyi sağlıklı düşünemez oldum. Hatta boyuna konuyla ilgili komplo teorileri bile üretiyorum.
Dünden itibaren Sevgililer Günü'nün, ilişkileri canlandırmak tazelemek biraz heyecen katmak için değil, tümüyle bozmak ve çıkmaza sokmak için düzenlenmiş bir Taliban icadi olduğuna bile kendimi inandırdım.Talibanlar evlilik öncesi beraberliği tasvip etmedikleri için, "bu işi nasıl sabote ederiz" diye düşünmüş ve sonunda "Sevgililer Günü" fikrini keşfetmiş olmalıydılar. Öte yandan, Talibanların da kapitalizmin birer maşası olduğunu düşünmekten kendimi alamadım. Onlar da hiç farkında olmadan global şirketlerin ekmeğine yağ sürüyorlar. Nihayetinde sadece Amerika'da 14 milyar dolara yakın harcama yapılıyor, bu harcamalar ya çikolataya ya güle ya tebrik kartına ya da lokantalara ve tatillere harcanıyor.
Dolayısıyla şirketler bayram ediyor, asıl bayram etmesi gereken sevgililer ise çoğunlukla kavganın eşigine gelip, birbirine küsüyor hatta pek çoğu ayrılmaya bile karar veriyor. Tıpkı benle sevgilim gibi. Gelinen bu sonuç ise Talibanlar'ın bayram etmesine yolaçıyor çünkü amaçlarına ulaşmış, evlilik öncesi ilişkiyi bozmuş oluyorlar.
Şimdi başa dönüp bana kafayı yedirten olayları size tek tek anlatmak istiyorum. Geçen yıl arkadaşım Diego sevgilisine Sevgililer Gününde bir deste kırmızi gül aldı. Nedense adetmiş gibi pek çok kimse sevgilisine kırmızı gül vermeyi tercih ediyor. Sevgilisine ay çiçeği verenler de yok değil, hiç gülmeyin, ben çok ciddiyim, burada çok gözde.
Ancak Diego'nun sevgilisi basit bir insanlik refleksiyle büyük bir hata yapıp gülleri koklamış tabii. Burun delikleri de biraz genistir hani. 1: Bu güller tarlada bayırda kendi kendine yetişen yaban gülümü ki koksun. 2: Bu ülkede güller kokmaz. 3: Kokmadığını bildiğin şeyi neden koklamaya kalkarsın. 4: Madem böcek ilacına
allerjin var, neden yetiştirilirken ilaçlandığı besbelli olan bitkilerle bu kadar yakın temasa geçersin. Diego'nun sevgilisini ogün acil servise zor yetistirdiler.

Bu olay hep benim aklımın bir köşesinde tabii. O sıralar single'ım ve diyorum ki kendi kendime, "Bir sevgilim olsa O'na buram buram kokan organik güller alırım. Birincisi öteki güller fazla muntazam görünüşlü, ne çürük ne yamuk ve bu nedenle yapma güllere benziyorlar, üstelik gübreyle yetişmiş ve genleriyle dahi oynanmış oluyor, hormonlu. İkincisi ise güller Amerika'ya daha çok Kolombiya ve Guatemala'dan geliyor. Oralardaki gül tarlalarında çalışan köylülerin yarısından fazlası raconuna uygun yöntemlerle kullanılmayan tarım ilaçları nedeniyle zehirleniyorlar. İşte bu çalışma koşullarını pek çok duyarlı Amerikalının yaptığı gibi protesto ettiğim için hormonlu güllere yanaşmıyorum.

Çok geçmedi, hayal ettiğim gibi bir sevgiliye sahip oldum. O'nunla geçen yazın başı Midtown'da bir barda tanıştık. Baktık ilişki iyi gidiyor ikimiz de birbirimizi arkadaşlarımızla tanıştırma kararı aldık. Ancak sevgilimin zoruyla bir de yan karar aldık. Bu karara göre herkese barda değil, Modern Sanatlar Müzesi'nde o yaz çok popüler olan Richard Serra (www.moma.org) sergisini gezerken tanıştığımızı söyleyecektik. Sırf her şey gerçekçi olsun diye bir hafta sonu bu müzeye gittik ve o sergiyi gördük. Sevgilimin düşüncesine göre, bu tanışma biçimi ilişkimize daha ciddi, saygın ve asil bir hava katacaktı. Çaresiz istedigine boyun eğdim.

Ondan hoşlanıyordum ve O'na değer verdiğimi göstermek istiyordum bu nedenle teee aylar öncesinden 14 Şubat Sevgililer Günü için hazırlıklarıma basladım. O'na bir deste gül alacaktım ama bu öyle Diego'nun gülleri gibi olmayacaktı. Hayalini kurduğum gibi organik gül olmalıydı. Manhattan'daki bazı çiçekçilerde organik güller satıldığını öğrendim. Özellikle West Village de bir çicekçiyi tavsiye ettiler. Hatta bu organik güller başlangiçta sadece Bollivya'dan geliyormuş, ancak şimdi California eyaletinden de getiriliyormus.

Araştırmalarım sonucu Teresa Şabankaya'nın sahibi olduğu "The Bonny Doon Garden Company" (www.bonnydoongardenco.com) adlı organik gul üreten ve satan bir şirket buldum, hatta internet üzerinden de satış yapıyorlar. Hanımefendinin soyadından şüphelenip telefon ettim ve sordum, kendisi değil ama eşi Türkiye asıllıymış. (Gazeteler artık bunu haber yapar. Başlık da hazır: Amerika'daki organik gül imparatoru bir TÜRK) Gül konusundaki araştırmalarım beni New York Botanical Garden'e (NY Botanik Bahçesi, www.nybg.org) kadar götürdü. Bu kuruluş güllerle ilgili bir dizi seminer veriyormuş. Yerleri de bana çok uzak aslında, siyahların yoğunlukta olduğu Bronx semtinde, yani Manhattan'ın yukarlarında. Temmuz ayıydı. Kalktım gittim.
Seminerin konusu "nasıl organik gül yetişitirilir". Amacım eve bir kaç saksı alıp kendi gülümü kendim yetiştirmek ve sevgilimi bu yolla etkileyip kendime aşık etmekti. Ancak olmadı hesabım tutmadı, çünkü beceremedim, gül mül yetiştiremedim.

Aradan aylar geçti, Sevgililer Günü'ne 1 hafta kala hani şu sahibi Turkiye asıllı olan çiçekciye gül siparişi verdim. 50 dolar çiçek parası (sadece beş altı gül biraz da yeşil ot ve küçük cam bir vazo), 25 dolar da FEDEX için yani hızlı posta parası ödedim. Çiçek 14 Şubat tarihinde 4 gibi evde olacaktı. Ogün eve erken geldim. Ben 5'de evden çıkacak ve sevgilimle Greenwich Village'de şık bir lokantada buluşacaktım. Gülleri ise masamıza koyacak, hem bakıp hem koklayacaktık.Ancak bu hesabım da çarşıya uymadı. Dustayken postaci gelmiş, apartmanın kapısı açık olmadığı için içeriye bırakamamış paketi, bütün zileri çalmış kimse açmayınca geri dönmüş gitmiş adamacağaz.

Neyse çok dallandırmayayım meseleyi, bu yazı uzadi gidiyor çünkü. Ben o gün lokantaya bir saat 10 dakika geç gittim, sırf bu gül meselesi yüzünden... 2 hafta öncesinden reservazyon yaptırmıştık , ancak çok geç kalınca yerimizi başkasına vermişler, bütün lokantalar o akşam tıklım tıklımdı ve gidecek iyi bir yer de yoktu.

Sonucu siz tahmin edersiniz artık.
Şimdi neden Sevgililer Günü'nden nefret ettiğimi anlamışsinızdır. Çünkü bu gün, hem kendi kendinizden hem de sevgilinizden aşırı bir beklenti içine giriyorsunuz, beklentiler gerçekleşmeyince de suratınıza uçak çarpmış
gibi oluyor, daha dogrusu bana öyle oldu.

17 Şubat 2008 Pazar

ÜNLÜ YAZAR AHMET ALTAN'DAN BAŞBAKAN ERDOĞAN'A : “KENDINE GEL”





AHMET ALTAN'IN TARAF GAZETESINDEKI YAZISI:


AKP ve liberaller


Fehmi Koru’yu yıllardır okurum. Gerek kendi imzasıyla yazdığı yazıları, gerekse Taha Kıvanç imzasıyla yazdığı “kulisleri” okumadan, “merkez medyanın” çarpıttığı gerçeklerin asıl yüzünün anlaşılmasının zor olduğunu düşünürüm.

Birçok gerçeğin “arka cephesini” onun yazılarından öğrendim.

Dün de onun sütununda beni epeyce irkilten gerçeklerle karşılaştım.

Şöyle yazıyordu:

“Ak Parti’ye yakın görüş sahipleri, nicedir, ‘liberaller kendi gündemlerini sürdürüyorlar, o gündem içerisinde Ak Parti tabanını doğrudan ilgilendiren konular bulunmuyor’ diye yazıp söylüyorlardı.”

İrkilmemin nedeni çoktandır kuşkulandığım bir gerçeğin Koru gibi güvenilir bir kalem tarafından açıkça yazılması, bir anlamda itiraf edilmesiydi.

“Ak Parti’ye yakın olanlar liberallerin ayrı bir gündemi olduğunu, bu gündemin AK Parti tabanını doğrudan ilgilendirmediğini” düşünüyorlarmış.

Fevkalade doğru düşünüyorlar.

Onların kendileriyle birebir örtüşmeyen aydınlara taktıkları isimle “liberallerin” kendi gündemleri var.

Onlar Avrupa Birliği standardında bir ülke, içinde türban da dahil hiçbir anlamsız yasağın olmadığı özerk bir üniversite, Kürtlerin çocuklarına anadillerini öğretebilme hakkı, Alevilerin de Sünniler kadar özgürlüğe sahip olduğu bir inanç iklimi, Ermeni meselesinin rahatça konuşabileceği baskısız bir ortam, fikirlerin dile getirilmesini yasaklayan 301. madde gibi ucubeleri içinde taşımayan bir hukuk sistemi istiyorlar.

AKP bunları gerçekleştirmiyor diye bizim “gündemimizde” bunların bulunmadığını mı sanıyordu “Ak Parti’ye yakın” çevreler?

Ama asıl irkiltici soru şu:

Neden bunlar “Ak Parti tabanını” doğrudan ilgilendirmiyor?

Neden bu ülkenin tam anlamıyla özgür bir ülke olması AKP’lilerin ilgisini çekmiyor?

Çekmiyorsa, ki Koru çekmediğini söylüyor, bizim neden sizinle “ortak” bir gündemimiz olsun?

Bizim AKP’nin istediği kadar özgürlüğe razı olacağımızı size kim söyledi?

Hangi özgürlüğün ne zaman verileceğini belirleyecek tek ölçü olarak AKP’nin siyasetini benimseyeceğimize sizi kim inandırdı?

Laikliği bir darbe vesilesi yapmaya çalışan Kemalistlere, ulusalcılara, darbecilere karşı olmamızın, türban dışındaki özgürlük taleplerinin “kendilerini doğrudan ilgilendirmediğini” düşünen AKP’lilerle aramızda hiç tartışmasız “ortaklıklar” yaratacağını mı zannediyorsunuz siz?

Özgürlükleri bir bütün olarak talep etmeyen hiç kimseyle bir ortaklığımız yok bizim.

Bugüne kadar olmadı.

Bundan sonra da olmayacak.

Siz “başkalarının” özgürlüklerine omuz silkerken,“liberallerin” sizinkinden farklı gündemi olmasına şaşırmanızı da doğrusu ya şımarıklık olarak görüyorum.

Siz gerçekten AKP’yi “pusula”, Tayip Erdoğan’ı da “zihinsel önder” olarak kabullenmiş “aydınlar” mı gördünüz çevrenizde?

Öyleleri var mı bilmiyorum, varsa acırım onlara.

Cumhurbaşkanlığı hesaplarıyla Şemdinli skandalının üstünü örttüğünüzde, çok tehlikeli ilişkileri ortaya çıkaran Şemdinli savcısının hayatını kararttığınızda, Dolmabahçe’de Genelkurmay Başkanı ile gizli görüşmeler yaptığınızda, Kürtlerin haklarını küçümsediğinizde, Hrant Dink’in katillerini ortaya çıkaracak adımları atmadığınızda, bizim bunları desteklememizi beklediyseniz, kendinizi fazla abartıyorsunuz demektir.

Avrupa Birliği yolunda adımlar attığınızda, uyum yasalarını çıkartıp hukuku düzeltme çabaları gösterdiğinizde, 27 Nisan muhtırası karşısında başınızı dik tuttuğunuzda, Ergenekon’un en azından bir parçasını yakaladığınızda, türbanı serbest bıraktığınızda sizinle beraberiz.

Ortaklığımız siz özgürlükleri genişlettiğiniz kadardır.

Siz bazı özgürlüklere arkanızı döndüğünüzde, bunların “sizi ilgilendirmediğini” düşündüğünüzde ortaklığımız biter.

Kendi gündemimize döneriz.

Koru’nun yazısında beni kelimenin tam anlamıyla şaşkınlığa uğratan bir açıklama daha vardı.

Başbakan yaptığı bir konuşmada “liberal” bir aydını “azarlamış”.

Kelimeye dikkatinizi çekerim.

“Azarlamış.”

Başbakan gerçekten aklından “azarlamayı” geçirecek kadar kendini kaybetti mi bilmiyorum ama eğer öyleyse ona söylenebilecek tek bir şey var.

“Kendine gel.”

“Şemdinli’nin ürkek çocuklarının” azarlayabileceği birileri bulunmaz bu cenahta.

Sen önce Şemdinli’yi bir aydınlat, Dink’in katillerini bir bul da…

Birisini “azarlamanın” senin haddin olup olmadığını sonra konuşalım.

15 Şubat 2008 Cuma

Böyle medyaya böyle başbakan...






Ahmet Altan, son günlerde Başbakan ve medya arasında yaşanan tartışmayı farklı bir bakış açısıyla kaleme aldı ve her iki tarafı da düşünce topuna tuttu. Turkiye simdi bu yaziyi tartisacak: ADİL BIR OTORITE Mİ YOKSA ÖZGUR BİR ÜLKE Mİ ISTİYORUZ.

Ahmet Altan / TARAF

Böyle medyaya böyle başbakan...

Doğu toplumlarıyla Batı toplumları arasındaki farklılıkları belirtirken Bernard Lewis çarpıcı bir tanımlama getirmişti.

“Doğulular adalet ister, Batılılar özgürlük.”

Topraktan, köylülükten kopmakta, üreterek bireyselleşmekte çok geciken Doğulu toplumlarda, feodal değerlerin getirdiği bir “otorite” figürü varlığını hep korur.

İnsanlar, o otoritenin “adil” olmasını bekler.

En büyük beklentileri budur.

En büyük “övgü” de budur.

Biz de bu anlayışın çok fazla dışına çıkamıyoruz sanki.

Başbakan önceki gün yaptığı konuşmada, gazeteleri azarlayarak “Toplumun ahlak değerleriyle tamamen ters düşen çırılçıplak kadın resimleri basıyorsunuz, bugüne kadar hangi müdahale yapıldı,” demiş.

Başbakana göre o gazeteleri okuyanlar “toplumun” ve “toplumun değerlerinin” dışında birileri herhalde.

Erdoğan’ın kafasında “iki ayrı toplum” olması bir yana asıl şaşırtıcı sözcük, “müdahale” bence.

“Birisinin gazetelere müdahale edebileceğini” düşünüyor.

Kim müdahale edecek peki?

Herhalde “iktidardaki” güç.

Ve o müdahale olmadığı için de anlaşılan bir teşekkür bekliyor.

Gazetelerin istedikleri resmi basma özgürlükleri başbakana “doğru gözükmüyor” ama onlara anlayışlı davranıyor.

Aynı konuşmayı birisi başbakanın yaptıkları için ya da başbakanın kafasındaki “toplumun değerlerine” uygun davrananlar için yapsa, “Size kim müdahale ediyor,” diye sorsa Erdoğan ne hisseder?

“Siz kimsiniz ki müdahale edeceksiniz,” demez mi?

Der.

Ama birisinin kendisine diyebileceği hiç aklına gelmiyor.

Çünkü o iktidar.

Çünkü o başbakan.

Zihnindeki özgürlük tanımının sınırları da belli ki “müdahale etmemek” konusunda gösterilen “anlayış”.

Gazetelerin özgürlükleri yok, o özgürlükleri onlara bağışlayan bir “otorite” var.

Tabii, özgürlüğü algılama konusunda sorun yaşayan sadece başbakan değil.

Onun çattığı gazetelerde de aynı sorunu görüyoruz.

O gazeteler de üniversiteli kızların istedikleri gibi giyinebileceğini tam kavrayamıyor.

Öğrenciler başlarını bağlarlarsa “şeriat” gelir “kaos” olur, diye bağırıyorlar.

İnsanların istedikleri gibi giyinmelerine olanak tanıyan bir özgürlük anlayışları yok.

Bir “otorite” o çocuklara nasıl giyineceklerini söyleyecek.

Öğrenciler, Allah muhafaza kendi istedikleri gibi giyinirlerse ülke karışacak, laiklik elden gidecek, kaos gelecek.

Ne tuhaftır ki, “türban konusunda” en fazla bağıran gazeteler, devletin içine uzanan “Ergenekon” çetesi hakkında da en suskun olan gazeteler.

Ergenekon’la ilgili haberler onlara ilgi çekici gelmiyor.

Devlet destekli çeteler “kaos” yaratmıyor ama kızların türban giymesi “kaos” yaratıyor onlara göre.

Devletin içindeki “bir otoritenin” çeteler oluşturmasından rahatsız değiller, kızların giyinme “özgürlüğünden” rahatsızlar.

Aynen başbakanın ağzıyla onlar da “sokaklarda türban takıyorsunuz ya, kim size müdahale ediyor” diye sormak istiyorlar.

Onların aklında da müdahale edebilecek bir “otorite” bulunuyor çünkü.

Bu toplum, özgürlüklerin bir bütün olduğunu kavrayamıyor.

İnsanların istedikleri gibi inanabilecekleri, inançlarına uygun giyinip davranabilecekleri, istedikleri gibi düşünebilecekleri, düşündüklerini istedikleri gibi söyleyebilecekleri bir ülke onlara “tehlikeli” gözüküyor.

Hepsinin kafasında özgürlükleri sınırlamak için bir “ölçü” bulunuyor.

Birisi için “toplumun değerleri” dediği bir ölçü, öbürünün kafasında “çağdaşlık” dediği bir ölçü özgürlüklerin sınırını çizecek.

Niye “toplumun değerleri” ve “çağdaşlık” tam bir özgürlüğü benimseyemiyor, onu söylemiyorlar.

Birbirlerinin tümüyle zıddı gibi gözükürken birbirlerine pek benziyorlar.

Özgürlük istemiyor bunlar.

Her inancı ve her düşünceyi kapsayan bir özgürlük onlara yabancı.

Her sözlerinde, her davranışlarında, her satırlarında çıkıyor bu ortaya.

Özgürlüğü benimsemek zor iş anlaşılan.

Kendileri özgürlüğe muhtaçken başkalarının özgürlüğüne karşı çıkanların kavga ettiği bir ülkede yaşamak daha da zor.

Allahtan İsmet Özel var.

Çok sıkıldığında ondan bir mısra söylüyor insan.

“Bana ne çerçilerden, çerilerden, kullardan.”

9 Şubat 2008 Cumartesi

Gol gol Super Bowl


Hıdır Geviş-New York

Ne zaman Türkiye gazetelerini açsam havale geçirecek gibi oluyor ve hiç farkında olmadan kendi kendimekonuşmaya başlıyorum. Bu nedenle artık ev arkadaşım Jonathan'ın yanında internete girip bu gazetelere bakmamaya özen gösteriyorum. Aksi halde çocuk, akıl sağlığımdan şüphe edecek. Kim bir deliyle aynı evde yaşamak ister ki.

İşte bu nedenle, her defasında bir daha Türkçe gazete okumama konusunda kendime söz veriyorum ama bu sözleri tutan kim.... Geçen akşam televizyonun başındayız. Dizimin üzerinde Laptop'um, yine malum gazetelerin web sitelerini turluyorum. Bir yandan Jonathan ile birlikte Logo TV (Amerika'nın en büyük yayın kuruluşu olan CBS'in bünyesinde yer alan ve sadece gay, lezbiyen, biseksüel, travesti ve transeksüellere yönelik programlar hazırlayan bir televizyon kanalı) deki Noah's Arc (Nuhun Gemisi) adlı diziyi izliyoruz, aynı zamanda aramizda, Superbowl için vereceğimiz parti konusunda görüş alışverisinde bulunuyoruz. Burada adettendir Amerikan Futbol Ligi'nin (NFL) şampiyonluk maçı olan Superbowl'un olduğu Pazar akşamı, herkes evinde parti verir ve bu maçı eş dost ahbapla birlikte izler. Ülkede en çok içki ve yiyeceğin tüketildiği
özel günlerden biridir bu gün.

İstanbul gazetelerinin web sayfalarına baktıkça, ben yine "türban" diye mırıldanmaya başlamış olmalıyım ki Jonathan sordu, "tourben" nedir diye. Ben türbani ve türban meselesini O'na anlatırken bile gergindim. Konuşmaktan yorulup duraklayınca, "fikrimi öğrenmek ister misin" diye ekledi. "Buyur" dedim, buyurdu tabii: "Hükümetinizi pek anlamış değilim, tek yapmaları gereken bir özgürleşme paketi hazırlamaları ve turbanı da bu paket içindeki maddelerden biri olarak kamuoyu önüne getirmeleri; Ülkenizde düşündüğünü konuştuğu ya da yazdığı için hapse atılan insanlar varken, hükümetin sadece türbanı bir özgürlük meselesi olarak gündeme taşıması diğerlerine haksızlık . Özgürlük dağıtıyorsanız toplumdaki her çesit vatandaşa özgürlüğünü
verin ve bitirin bu işi. Sözünü ettiğin 301 maddesi toplumdaki herkesin özgürlüğünü engelliyor. O halde neden işe ondan başlamıyorsunuz. Bunun yanı sıra sizde eşcinsellerin özgürlüğu var mı, Kürtlerin var mı, Musevilerin var mı, Alevilerin var mı... Bu grupların hak ve özgürlükleri de anayasal maddelerle güvence altına alınıyor mu?"

Bu çocuk Türkiye'de ciddi bir terapiye ihtiyaci olan, paranoyak bir halet-i ruhiye olduğundan habersiz olduğu için kendi kafasından konuşuyor işte. "Eee Jonathan şimdi kimleri çağırıyoruz Superbowl partisine" diyerek kapattım konuyu. Biliyorum meseleyi biraz daha uzatırsak, kazandığım bütün parayı psikologlara harcamak zorunda kalacağım. Neme lazım, önce kendime mukayet olmalıyım.

Jonathan ile birlikte o akşam 20 kişilik bir davetli listesi hazırladık. Sonra davetli sayısını nasıl biraz daha arttırırız derken bir de baktık ki listede sadece 2 kişiyi bırakmışiz. Anlayacağınız alın beni vurun roommate'ime. İkimiz de plan yapma, parti verme konusunda birbirmizden beteriz.
Öte yandan bakın şu Allah'ın işine ki bizim davetli listesine giren şanslı kişiler Dany ve boyfriendi Michael'dı. Yani en az sevdiğimiz iki arkadaşımız.

Pazar günü heyecanla uyandım. İçim içime sığmıyordu; çünkü o akşam büyük maç vardı. Amerikan futbolunun iki güçlü ismi olan New York Giants'ları ve New England Patriots'ları arasında belliki kıyasıya bir oyun oynanacaktı. Şaka yapıyorum tabii. Hic de böyle bir ruh hali içinde değildim. Bir kere ben ne futboldan, ne beyzboldan, ne basketboldan, ne de Amerikan futbolundan özetçesi hiç bir maçtan anlamam. Sevmek ve ben de toplumdaki her "normal" vatan evladı gibi olmak için çok uğraş verdim ama nafile. Vücudumdaki spor karşılaşmalarını izlememe ve kurallarını öğrenmeme direncini bir türlü kıramadim. Bazen kendimle hiç başa çıkamıyorum ve pes ediyorum, ne yapayım; ben de böyle bir insanım işte, kendimi çöpe atacak değilim
ya.

Tabii bunlari size söylediğim için, akşam misafirler eve geldiğinde, onlari salonda bırakıp, tuvalate kitap okumaya gittiğimi düşünmeyin. Ben de onlarla birlikte oturdum televizyonun başına. Çünkü benim en büyük merakım Süperbowl maçı sırasında araya konulan reklam filmlerini izlemektir. Bu reklam filmleri Superbowl için özel hazırlanır, ilk olarak bu maç sırasında gösterimi yapılır ve genellikle çok eğlenceli ve yaratıcı olurlar. Sıkıysa olmasın, çünkü reklamverenler, Televizyondaki 30 saniyelik gösterim için 2.7 milyon dolar ödüyorlar.
Bu kadar pahalı olmasının bir nedeni var, reklamlar kimi kaynaklara göre 80, kimilerine göreyse 90 milyona yakın Amerikali tarafından izleniyor. Dolayısıyla çok etkili. Bu arada hatırlatmalıyım: Süper Bowl'un ilk yapıldığı 1967 yılında 30 saniyelik reklam için firmalar sadece 42 bin dolar ödemişler. Aradan geçen zaman bu rakkamı nasıl da yükseltmis değil mi.

Pazar günü şehirdeki bütün pizza ve sandeviç dükkanları, bir gün önceden hazırlık yapıp tonlarca yiyeceği pişirilmeye ya da satılmaya hazır tuttular. Çünkü insanların dışarıdan en fazla yiyecek satın aldığı gün Superbowl pazarı. Ben de sabahtan mahalledeki İtalyan usulü sandeviçler satan dükkana peynir almak için uğradım. İçerideki bütün masaların üzerinde hiç abartmıyorum boyum uzunluğunda ekmekler yığılmıitı. Daha

doğrusu sandeviçler.... Evinde kalabalik partiler verenler ya da bir partiye davetli olanlar bu dükkana uğrayıp bunlardan bir tane satın alıp öyle gidiyor gideceği yere. Bu dev sandeviçlerin üzerinde bir sürü dilimleri var, bir sürü insani doyurur.

Akşam, Dany ve Michael de bıze gelirken Torta di Ricotta denilen bir İtalyan tatlısı (biraz bayat gibiydi) ve sarap getirdiler. Ben içki içmiyorum artık, çünkü anneme söz verdim. O üçü ise iki litrelik birinci şişeyi bitirip ikinciyi açtılar. Onlar maçı bense reklamları izledim. Bu yılki favorim ise bir bira markası olan bud-light reklamıydı.

Konuyu size amlatmalıyım (Youtube 'a gidip arama kutusuna "Super bowl 2008 bud light commercial ads" yazarsanız reklamı izlersiniz). Fondaki ses "Bud-light simdi de nefesinizle alev püskürtme yeteneği kazandırıyor" diyor. Bir erkek ve bir kadın romantik bir yemek masasının iki ucundalar. Kadın, tam masadaki mumları yakmak isterken, erkek anında atılıp "bana bırak" diyor ve nefesiyle alev üfleyerek mumları yakıyor.

Ancak evin kedisi kenardan geçinde, kedi tüyüne alerjisi olan erkek, elinde olmadan hapşırmaya başlıyor. Hapşırdıkça elinde olmadan ağzından ejderha gibi alev püskürüyor ve masayı da kadını da kediyi de yakıyor tabii.

Gecen yıl snickers reklamını (Youtube arama kutusuna "Snickers Super Bowl Ad - Vote!" yazin ve izleyin) çok eğlenceli bulmuştum. Ancak kadere bakın ki bu reklam homoseksüelliği küçümsediği gerekçesiyle üretici firma tafından ertesi gün geri çekilmişti. Tabii kendimden çok utanmıştım, reklama bu yönüyle bakamadığım için.

Bu yıl gösterilen reklamlar konusunda ilginç bir şey gözlemledim. Superbowl'a reklam veren sektörler arasında daha çok alkollü ve alkolsüz içecek firmalari gelir. Ancak bu yıl internet üzerinden servis sunan şirketlerin (salesgenie.com. godaddy.com, cars.com, careerbuilder.com, etrade.com) reklamları ağırlıktaydı. Demek ki internet üzerinden faaliyet gösteren şirketler, genel ekonomi içinde giderek daha büyük ağırlık kazanıyor olmalılar.

Reklamların yanı sıra maç için düzenlenen özel konser de benim için izlenmeye değer başka bir unsur. En çok da yaşlılardan oluşan Tom Petty And The Heartbreakers adlı grubu izlemekten keyif aldım.

Oyun sırasında takım tutup tutmadığimı merak ediyorsaniz, evet New York Giants'ları tuttum. New York'da yaşıyorum diye değil, oyuncuların çoğu zenci olduğu için. Takım tutarken bile gönlüm garibanlardan yana. Hani takımın milyarder oyuncularına gariban demek saçmalık ama sonuçta onlar bir şekide bu ülkede hep ezilmiş siyah azınlığı temsil ediyorlar, sırf bu yüzden onlar sayı yaptıkça ben abes biçimde sanki Avrupa futbolu izliyormuşum gibi "gol gol" diye bağırdım. Sonuç ne mi oldu? Tezahuratlarıma kayıtsiz kalamayan Giants'lar kupayı aldı.

TARAF GAZETESI

4 Şubat 2008 Pazartesi

istanbul'a gay çözümü







Amerika’da gaylerin taşındığı her şehir, bir anda en populer yerleşim yerleri haline geliyor. Kent kültürel ve sanatsal açıdan canlanıyor, ekonomik açıden zenginleşerek her türden her cinsten insan için çekici hale geliyor. İşte bu nedenle belediyeler, gay nüfusunu şehirlerine çekmek için adeta birbirleriyle yarışıyorlar, hatta bu konuda özel tanıtım kampanyaları bile hazırlanıyor. Belki butun bun gelismeler istanbul yoneticilerine de ornek olur ve belediye ile valilik Dunya gaylerini Istanbul'a cekmenin yollarini arar.

Hıdır Geviş

New York’un bugün en çekici mahallelerinden biri olan Chelsea, bir zamanlar yoksul Latinlerin ve siyahların yaşadığı pek de güvenli bulunmayan, hiç de albenisi olmayan bir semtti. Orta ve üst gelir seviyesinden kimseler bu semtin kıyısından bile geçmeye tenezzul etmiyorlardı. Taa ki bu semte bir gün gayler taşınana kadar.

Chelsea’ye gayler taşınınca mahallenin kaderi de çehresi de hızla değişmeye başladı. Tarihi kırmızı kiremitli ve az katlı taş binalar aslına sadık kalınarak restore edildi, sokaklar temizlendi, ağaçlar ekildi, pencerelere saksı saksı çicekler konuldu, binalarin bahçeleri düzenlenerek daha güzel bir görünüme kavuşturuldu. Bütün bunlar hem o evlerde oturan gayler, hem de belediye yönetimine giren gaylerin uygulamaya soktuğu yeni resmi düzenlemeler sayesinde gerçekleşti.

Iyi yetişmiş, iyi eğitim almış, nitelikli ve yaratıcı gay nüfusun Chelsea’yi istila etmesi, semtte başka gelişmelere de sebep oldu. Zincir dükkanlardan çok , gaylerin işlettiği küçük küçük dükkanlar açıldı: Bunlar arasında hem yemekleri hem de servisi çok iyi olan lokantalar, değisik farklı türde leziz ürünlerin yer aldığı Avrupai pastaneler, kafeler, barlar, butikler, bağımsız tiyatrolar var. Bugün New York’un en çok, en güzel ve en modern sanat galerisini bulunduran semt yine Chelsea’dir.

Bütün bu gelişmeler, gay olmayanların da semte ilgisini arttırdı ve Chelase hem kiralık hem de satılık ev arayanların akınına uğradı. Bir kere burada bir mahalle havası vardı. Bu da büyük şehirde yaşayanlar için önemli bir lüks. İkincisi güvenliydi, özellikle de aileler ve yalnız yaşayan kadınlar için. Üçüncüsü nüfusunun gay olması nedeniyle, mahallelilerin birbirlerine davranışları daha medeni ve daha sıcaktı. Üstüne üstlük acıktığınızda gidilecek bir sürü güzel lokanta, alış veriş etmek istediğinizde bir sürü güzel mağaza ve yürüme mesafesinde sinemalar vardı.

Bugün parası olan herkes Chelsea’de (ve Greenwich Village’de) oturmak istiyor. Bir zamanların ünlü Upper West Site’ı ise artık hiç de gözde olmayan ve sadece eski moda yaşlı zenginlerin tercih ettigi bir semt oldu. Bu ilgi elbette Chelsea’yi zaman içinde olağanüstü pahalı bir semt haline getirdi. En ucuz stüdyonun (daracık ve karanlık) kirasi 1900 dolardan başlıyor. Üstelik herkese de kiralanmıyor. Yıllık gelirinizin bu mikrarın en az 45 katı olması gerekiyor.

Bu fiyat artışı semti zenginlerin akınına uğratırken, gayleri de daha ucuz yeni bir yer arayışına itti. Şimdi biraz yukarıya yani Hells Kitchen’e taşinıyorlar. Orası da gaylerin sayesinde adam olmaya şimdiden başladi bile.

Chelsea’nin yasadığı sürecin aynısını Boston’da, South End yaşadı. Bu semt de bir zamalar girilmez haldeydi, taaki gayler taşınıncaya dek. Şimdi Boston’un en nezih, en güzel ve en pahalı semti oldu South End. Ancak orada da gayler fiyat artışı nedeniyle bu kez Dortchestar gibi suç oranının en yüksek olduğu bir semte ve South Boston’a taşınıyorlar. Şimdi bu iki semtin de gaylerin yaşadığı kesimleri hızla gelişiyor ve inanilmaz derecede güzelleşiyor.

Su akar Amerikalı bakar olmuyor tabi. Amerikalı bakar bakmaz fazla beklemez ve bir şeyler yapmak için harekete geçer. Şimdi ülkedeki pek çok sehir, gaylerin bu inkar edilemez sihirli gücünden yararlanmanın yollarını arıyor. Burası bir action ülkesi . Bu nedenle belediyeler, özellikle ekonomisi zayıflayan, insanların artık göç etmek istemediği şehir belediyeleri, gaylerden yararlanarak şehirlerine yeni bir soluk, yeni bir canlılık ve ekonomik zenginlik getirmek istiyorlar.

Peki hangi şehirler bu konuda neler yapıyor:

Baltimore

Baltimore belediyesi gayleri şehre çekmek için çok özel bir tim oluçturdu ve bu tim şehirde gayler için inşa edilen bütün kolaylıkları maddeler haline getirerek belediyeye ait intermet sitesinde ilan etti. Tanıtımdaki en büyük amaç özelllikle küçük çaplı gay yatırımcıları kente çekmekti. Belediye çocuk sahibi gay çiflerin çocukları için özel eğitim programlarından tutun da gayler için özel sağlık düzenlemelerine kadar her şeyi tertib etti . En önemlisi ise polis memurları, şehirde yaşayan gaylere nasıl saygıyla davranmaları gerektiği konusunda eğitildi. Hatta belediyedeki bu özel birim, şehre yerleşmek isteyen gaylere ücretsiz danışmanlık hizmeti bile verdi.

Chicago

Chicago’da yetkililer, Boystown adıyla sadece gayler için bir semt dizayn ettiler. Bu bölgeye 3.2 million dolar yatırıldı. Bu parayla caddeler yeniden düzenlendi, kaldırımlara sağlı sollu üzerinde gay bayrakları olan lambalar dikildi. Semt bir anda popülar bir yaşama alanı haline gelerek gayler dışında da pek çok kimsenin akınına uğradı. Bölgenin bağlı olduğu Cleveland belediye binasına gay bayraıi bile asıldı.

Philadelphia

Bu şehir, geçen yıl Uluslararası Gay ve Lezbiyen Film Festivalli ne ev sahipliği yaptı. Böylece dünyanın dört bir yanından kente turist akışı sağlandı. Yine aynı şekilde şehir dört yıl önce başlattığı turistlere yönelik tanıtım kampanyalarında gayleri hedef aldı. TV reklamlarında ve sokak afişlerinde gay çifler kullanıldı.

Bu liste San Francisco, Fort Lauderdale, Key West , Palm Springs, Los Angeles, Miami South-Beach Madison-Wisconsin, Washington, D.C-Dupont Circle, Salt Lake City. Seattle- Capitol Hill, St. Louis -South Grand Street , Denver- the Chessman bolgesi, Cincinnati -Liberty Hill ve the Northside bolgesi, Houston- Montrose bolgesi derken uzar gider. Iyisi mi burada kesmek.

Umarım Türkiye’de hiç gay yokmuş gibi davranan herkes artık biraz farklı düşünür: Gay haklarını kanunlaştırmaktan çekinen hükümet yetkililerimiz, yakaladıkları travestilerin saçlarını kesen sayın emniyet görevlilerimiz ve gay nüfusuna yönelik hiç bir hizmet sunmayan belediye başkanlarımız biraz ders çıkarır.


TARAF GAZETESI

60’ındayken 40’ında olmak




60 ına merdiven dayayınca emekli olup rutin bir hayata kendini teslim etme anlayışı değişiyor. Şimdi bazı insanlar hayata asıl 6Oından sonra başlıyor ve içinde kalan butun ozlemleri bu yaştan sonra gerçekleştirerek hem hayatla baglarını koparmıyorlar hemde 40ında gibi aktif oluyorlar

Hıdır Geviş

Bugün, 60 yaşına gelen pek çok insanın içinde bulunduğu çıkmazı ya da ikilemi özetleyen bir soru var: “ Emekli olup diğerleri gibi rutin bir hayat mı sürmeliyim, yoksa emekliliğimi kendim için bir avantaja dönüştürüp, hayatla olan bağlarımı daha da mı kuvvetlendirmeliyim?”
“Starting Over: Reinventing Life After 60” (Yeniden başlamak: Hayatı 60’ından sonra keşfetmek”) adlı kitabın yazarı Pat Skilling Kellerman, kendilerine yukaridakine benzer sorurlar soran 60’lı yaşlardaki Amerikalı kadın ve erkeklerin etkileyici öykülerine yer veriyor eserinde. Bu insanların, kendi sorularına yanıtlarını yine kendilerinin bulduğunu söylüyor ve ekliyor “Ancak anladılar ki hayat her gün geç uyanıp aynı şeyleri yapmakla değil, bir gayeyle birlikte güzelleşiyor. ”
Peki 60’ına gelenler, kendilerine nasıl bir amaç belirlemeli ve bunu nasıl hayata geçirmeli? İşte bu soruyu yanıtlamadan önce, herkesin gittiği klasik yoldan gidenlerin başına neler geldiğine bakmak lazım.
60’ına gelmiş bir yetişkinin, emekliye ayrıldığında yapacağı şeyler belli: Arada bir çıkıp kahveye ya da sessiz bir ocakbaşına gidilir. Mahallede biraz yürüyüş yapılır. Kuşlara yem atılır. Ev gezmelerine gidilir. Torunlara çocuk bakıcılığı yapılır. Belki sıcak bir tatil yöresine seyahate gidilir, Belkide yaşlı anne babalarının mali müşaviri gibi davranmaya meyilli evlatlar, Onların tatile çıkmasını bile istemeyebilir. Emekliler de para harcamamak için kedileriyle birlikte eve kapanır, bütün gün televizyon izlerler ve biriktirdikleri emekli aylıklarıyla torunlarının okul ihtiyaçlarını görürler. Peki daha sonra? Daha sonrası hiç. Eğer hayatın çıkılması gereken basamakları bu noktada bitmişse, yaşamak için hiç bir motivasyon kalmamış demektir?
İster kabul edilsin isterse edilmesin, her insan ilişkisi bir süre sonra pragmatist bir yatırıma dönüşüyor. Bu durumda, yanı iş hayatınızdan çekiliyorsanız, etrafınızdaki pek çok insanın da sizin hayatınızdan çekileceği anlamına gelir bu. Çünkü onlara verebileceginiz şeyler azalmıştır. Çalışma hayatınızdan ayrılmak, sizi efsanevi kahraman Samson ile kader arkadaşı yapar. Samson, kendine güş veren saçlarını kaybedince her şeyini kaybeder, sizse size güç veren işinizden olunca, işinizin etrafinda halkalanmış sosyal çevrenizi kaybetmekle yüzleşirsiniz.
Bu durumda sizin payınıza büyük bir yalnızlık ve terkedilmişlik duygusu düşecek. Çünkü insanların sizden beklentileri değişecek. Sizden yaşlı bir insan gibi hareketsiz olmanız, cinsel yaşamı bitmiş bir nine ya da dede gibi davranmanız, belki biraz bunamanız, ve mümkün olduğunca erkenden, yani fazla hastalanıp sorun çıkarmadan ölüp gitmemiz beklenecektir.
Ama artık dünyada olduğu gibi Amerika’da 60 yaşının üzerindeki binlerce insan, bu yolu reddediyor. Onlar emekliliği kendileri için gerçek bir avantaja dönüştürerek hayata bir bakıma yeniden başlama imkanı buluyorlar. Mutluluğu asıl bu yastan sonra yakalayanlar bile var.
Peki nedir bu alternatif ikinci yol, 60’lık biri bu yola adım attığında nereye gider?
Önce 60’sına gelen birinin aslında ne gibi değerlere sahip olduğunu görmesi gerekiyor. Hayat konusunda daha tecrubeli ve tedbirliler, daha bilgili ve olgunlar, kişilikleri, ilişkileri ve hayatları yerli yerine oturmuş, eğer sigortalı bir işte çalışmış da emekli olmuşlarsa ekonomik anlamda kimseye ihtiyaçları kalmıyor . Tek dezavantajınız ise fiziki olarak geçlerle kıyaslandığında biraz daha zayıf olmak. Bu da kendinize iyi baktığınız sürece çok bir sorun yaratmaz. Bütün bunlara gönlünüze göre değerlendireceginiz bolca zamanı ekleyin. İşte size yeni bir hayata başlamak için fırsat.
Yani aslında 60’şınıza geldiğinizde, biraz hayatın, biraz çevrenizdekilerin, biraz da sizin gayretlerinizle ortaya çıkmış paha biçilmez bir elmassınız.
Bu durumda elinizin altındaki 60’lık elmasa hakkettigi değeri vermeniz gerekiyor. Öncelikle, birinci yolu seçenler gibi yaşamla kontağınızı kesip atmadınız. Şanslısınız. Demek ki onlar gibi psikolojik bir sersemligin içine girmeyeceksiniz.
İkinci yolu seçmek hayata bir maksat katmak anlamına geliyor. Peki bu maksatlar neler olabilir: Kırışıklıklarınız mı var ve bu sizi ratahsız mı ediyor, o halde estetik olabilirsiniz. “Her yaşın güzelliği ayrı” deyip sizi bir noktada tutmak isteyenlere ise “O sizin fikriniz” deyip geçin. Vücudunuzla insanlari cezbetmek mi istiyorsunuz, spor salonuna düzenli gidin ve kas yapın. Dul musunuz, çevrenizdekilere mihnet edip, “aman bana birini bulun” diye yakarmanıza hiç gerek yok, oturun internetin başına, düzeyli sitelerden birinin başına, arkadaş edinin. Varsın çevrenizdekiler size suratını ekşitsin, takmayın, yaptığınız şeyi kimsenin size zehir etmesine izin vermeyin, keyfini çıkarın.
Etrafınızda kafanıza göre bir arkadaş yok mu, internetten kendinize arkadaslar edinebilir, onlarla aranızda geziye çıkmak, plaja gitmek, müzeye gitmek, pişti oynamak gibi çeşitli aktiviteler gerçekleştirin.
Bir dil kursuna yazılıp, Fransızca öğrenin ya da varolan Fransızcanızı gelişitirin, belki de rahberlik yapmaya baslarsınız, kim bilir. Hatta üniversite sınavlarına girin ve istediğiniz bir fakülteyi okuyun. Örneğin, daha geçen baharin sonunda, 95 yaşındaki Amerikalı Nola Ochs okuduğu üniversitenin tarih bölümünden diplomasını aldı.
Çalışmalarını beğendiginiz bir vakfa ya da kar amacı gütmeyen herhangi bir kuruluşa girip, orada para talebinde bulunmadan gönüllü olarak çalışın, böylece yeni ilişkiler ve arkadaşlıklar inşa edin. Belki de kendinize dışaridan çalışabileceğiniz, fazla vaktinizi almayacak bir iş bulur, para bile kazanırsınız. Yeni bir yatırim projesi tasarlar ve bunu uygulanmaya koyarsınız. Mahalle muhtarlığına adaylığınızı bile koyabilirsiniz
O güne kadar geçim derdi ve zaman kıtlığı nedeniyle ilgilenmediğiniz hobilerinizi gerçekleştirin. Dağcılık yapın ya da içinizde hep ukte kalan piyano çalmayı öğrenin. Nasıl web sitesi yapılacağını öğrenebilirsiniz. Hatta özel yazma kurslarına gider, hatıralarınızı edebi bir dille yazar ve bunu da kendi sitenizde tefrika edersiniz. Evinizin bir odasını atelyeye cevirir, seramikler yaparsınız.
Yani 60’ınıza geldiğinizde yapacak o kadar şey var ki, hayatınız belki de bu yaştan sonra güzelleşecek.
Yaşlılar için varolan dating (biriyle çıkma) sitelerini değerlendiren bir web sitesinde yazarlık yapan Alison Braidwood diyor ki “Eger kendinizi genc hissediyorsanız, iyi göründüğünüze inanıyorsanız ve 40’ınızda sahip olduğunuz enerjiye 60’şında da sahipseniz , o halde yapmak istediklerinizi yapmaya neden bir an once başlamıyorsunuz.”
Peki ben ne diyorum? Şunu diyorum: Türkiye’de bu yeni yaşlılık anlayışinın öncülüğünü bizim baby boomers’larımız olan 68 kuşağı çekebilir. 1968’in fırtınalı günlerinde 20’li yaşlarda olup, sokaklara çıkıp yenilik isteyen gencler, bugün 60’larında. Bu insanların şimdi kendi hayatlarında sadece kendileri için yeni bir devrim gerçeklestirmelerinin tam sırası. Biz biliyoruz ki şimdilik uslu gibi duran 68 delikanlıları, asla kronolojik yaş anlayışına yenilip yavaşlamayacaklar . Onların asıl yapacakları belkide şimdi başlıyor.

#navbar-iframe { height: 0px; }