Manhattan'da sevgili bulmak Ay'da sebze yetiştirmek
Hıdır Gevis/New York
Geçen Cumartesi arkadaşım Chris'le buluşmak için
randevulaştık. Anlatması gereken çok önemli şeyler
varmış. Hep öyle olur ve ben hep anlattıklarının
sıradanlığı karşısında bir kez daha hayal kırıklığına
uğrarım.
Chris, ne kadar dil döksem de Gym'e gidip spor yapmayı
reddeden, uzun boylu ama yağlanmaya yüz tutmuş 37'sinde
bir gey erkek. Barda onu görenler önce güzel
sayılabilecek yüzüne bakıp gülümsüyor ama Chris'in
vucudunu süzdükten sonra bakışlarını süt gibi kesip
rotalarını başka yöne çeviriyorlar. Ancak Chris,
başına dökülen onca kaynar suya rağmen, New York
geylerinin tercihlerini anlamamakta direniyor. Çünkü
bu her açıdan rekabetçi sehirde biriyle çıkmak için iki pasaporta ihtiyacınız
var: Birincisi kaslı bir vucut, diğeri ise yüksek
yıllık gelir. Chris ise her ikisine de sahip değil.
"Barlara gidecek zamanı Gym'e ve kariyerine harcasan
şimdiye çoktan birini bulmuştun" diyorum. O da haklı
olarak "Sen once kendine bak" diyor.
Chris'le buluşmamıza erken gittim. Lokantada
sıkılarak beklemektense etrafta biraz dolaşarak zaman
harcamayı tercih ettim. Bu arada hem yürür hem biraz
laflarım diye Sybil'i aradım. Sybil heteroseksuel bir
kadın. İnce-uzun. Amerikalı ama Fransız kanı taşıyor.
Annesi İrlanda asıllı. Bir bankada çalışıyor. Bazen
ağzını açtığında sohbeti kafa ütüleme seansına
çeviriyor. Çok iddiaci, her şeyin en doğrusunu o
biliyor. Yani klasik mütevazi, kasıntısız ve rahat
Amerikan kızlarından çok farklı. Bu nedenle onu hep
Avrupalılar'a benzetiyorum. Onlar gibi sürekli kendini
ıspatlama derdinde. Ne olursa olsun karşısına çıkan
her şeyi (Bu bir porsiyon yemek olabilir, bir
Allah'ın garibi olabilir, Soho'da kırk yılda bir denk
geldiğimiz güzel bir Holywood starı olabilir)
küçümsemeyi ve ukalalık etmeyi alışkanlık haline
getirmiş. Ne zaman onla sohbet etsem, yorgunluktan en
az iki kilo kaybettiğimi hissediyorum. Ama yine de onun
dostluğundan vazgeçemiyorum. Sybil,35 yaşında
olmasına rağmen kendisinden yasça daha olgun
erkeklerden hoşlanıyor. O'nun da sorunu Chris'inkiyle
aynı. Kendine bir türlü uzun erimli bir sevgili
bulamıyor.
Neyse Sybil'i ileride daha iyi tanıyacaksınız. Bu arada ben 51.
Sokaga kadar çıkmış ve yaklaşık iki ay önce Wicked adlı o
karın ağrısı müzikali izlediğim Gershwin Theatre’ın
önüne kadar gelmişim. Kaldırımda kurulu bir standın
üzerinde ev yapımı kurabiyeleri görünce canım çekti. Bu
yiyecek ve içecekler, uzun saatler ellerindeki küçük
pankartlarla tiyatronun önünde gösteri yapan Broadway
sanatçılarına destek olsun diye getirilmiş.
Biz yine Chris'e dönelim. Chris, her zaman olduğu gibi yine
olabilecek en olmaz yerde bana randevu vermişti: 46.
caddenin batı yakasında yer alan Orso diye bir
restoran. Buraya genellikle başka il ve ilçelerden Broadway
show'u izlemeye gelen insanlar uğruyor. Ancak Broadway
sanatçıları haftalardır grevde olduğu için, show mow yok. Bu
nedenle restoran bomboştu tabi. Bense etrafta gönül
ferahlatan bir görüntü olmadığı için sinirliydim.
Chris, kendimi iyi hissetmem için, "New York belediye
başkanı Bloomberg buranın müdavimi, bakarsın birazdan
damlar" dedi, ancak fayda etmedi. Ben menu onume
gelince daha da bir asabi ve çekilmez oldum. Ana
yemekler 25 dolardan başlıyor. Ne yapayım kendime en
ucuzundan 18 dolara pesto soslu küçük boy bir pizza
ısmarladım. Bir bardak da buzlu musluk suyu (Musluk
suyu Amerikadaki lokantalarda bedava).
Chris ise kendisine önce apetizer olarak 13 dolara bir
şey ısmarladı: Tekerlek dilimli domatesin
üzerine bufalo sütünden yapılmış taze beyaz peynir,
üstüne rahan ve zeytinyağı. Ardından ana yemek olarak
27 dolara adı aynen şöyle olan bir deniz ürünleri
karışımı istedi: "Tuscan Seafood Chowdar with sea
scallops, shrip, clams, mussels, cannellini beans,
white wine tomato and grilled garlic bread."
"Keçinin uyuzu kurnadan içer suyu”. Bu adam yılda topu
topu 45 bin dolar para yapıyor ama maşallah kendisini de hiç
bir şeyden geri bırakmıyor. Halbuki ben Chelsea'deki
Spice adli Thai lokantasına gidip rahanlı sebzeli
ördek yemek istemiştim. Porsiyonu 9 dolar ve çok da
lezzetli. Yanına 2 dolara bir bardak da Thai çayı
(meyve suyu, yeşil çay ve süt karışımı bir içecek, soğuk içiliyor)
bana yeter. Yüzde yirmi bahşis ve vergisiyle birlikte
lokantadan 15-16 dolara çıkmış olurdum.
Neyse konuya dönelim. "Evet neymiş bakalım yeni
haber?" diye sordum. Meğerse, Speed Dating (Hızlı date
demek. Date ise biriyle çıkmak anlamına geliyor)
programına katılmış onu anlatacakmış. Evet bu sefer ilginc
bir mevzuyla karşıma çıkmıştı Chris. O nun macerasını hemen
özetleyeyim. Bir organizasyona belli bir miktar para
ödemiş. Chris'le bir görüşme yapılmış; özelliklerini
öğrenmişler: İşin ne-gücün ne-huyun haysiyetin
ne-akıllı mısın deli misin-nasıl insanlardan
hoşlanıyorsun vs.... Sonra birbirine uygun insanların bir
araya getirildiği 15 kişilik bir yemek düzenleniyor.
Yemekte her bir kişi diğer 19 kişiyle beşer dakikalık
hızlı bir görüşme yaparak karşısındakini az çok tanımaya
çalışıyor. En sonunda herkes kimden ne kadar
hoşlandığına karar verip aralarında başka bir zaman
için randevulaşıyorlar. Chris de oradan biriyle
tanışmış. İşi gücü iyi, yakısıklı biriymiş. Eeee
"tebrikler Chris" dedim. Ama içimden "Chris'in bu
defaki date'i en fazla iki yemek buluşmasi sürer,
sonra biter" diye geçirmeyi de ihmal etmedim. Biliyorum
hasetlik yapıyorum ama bu çocuk da kimle tanışsa date yapıyor ancak bir türlü
sonunu getiremiyor.
Aslinda bu kentte kendine bir türlü sevgili bulamamak ne
Chris'in ne de Sybil'in sorunu. Manhattan da yaşayan
herkes bu dertten muzdarip. İster gey olsun-ister
straight-ister paralı-ister parasız-ister kaslı-ister
başka birşey... Peki neden böyle, bunun bir nedeni
olmalı?
Amerika'da milyonlarca bekar yetişkin (bunlara yalnız
yaşayanlar ve evlilik dışı birliktelik yaşayanlar dahil)
yaşıyor. Bekarlar arasında kadınların sayısı fazla.
National Geographic dergisinin yayınladığı bekarlar
haritasına göre New York, New Jersay ve Connecticut
eyaletlerinin kent merkezlerinde yaşayan bekar
kadınların sayısı bekar erkeklerden 195 bin daha
fazla. Neyse biz, "neden sevgili bulmak bu kadar zor"
sorusunun cevabına dönelim. Bunun cevabını Unhooked
Generation adlı bir kitap veriyor. Kitabın yazarı Jillian Straus’un da
sevgilisi yokmuş. İçinde bulunduğu durumun nedenini çok
merak ediyor ve cavabı ararken kendini aynı zamanda
kitap yazarken buluyor.
Yazarımız, büyük kent merkezlerinde özellikle de Manhattan'da
yaşayan bekarlarla görüşüp onların ortak karakteristiklerini
belirlemeye çalışıyor.
Vardığı sonuç şu: Kentlerde bekar nufusu ve bekarların
biraraya geldiği barlar ve diğer mekanlar çok
olduğu için herkes kendileri için alternatifin sonsuz
olduğunu sanıyor. Dolayısıyla bir bekar kadın, bir
bekar erkekle tanıştığında ve o adamda küçük bir kusur
bulduğunda, hemen vazgeçip yeni bir arayışa giriyor.
Nasıl olsa çok ya. Kimse kimseye kancayı takmak istemiyor.
Bu nedenle, bütun tanışmalar, ertesi sabah son buluyor ve her
iki tarafın kişisel tarihine de bir gecelik ilişki olarak geçiyor.
Bekarlar birbirine emek vermekten, ilişkiye yatırım yapmaktan kaçınıyor.
Herkes, erkeğin de-kadının da-geyin de hazırını,olmuşunu istiyor.
Yazarın vardığı bu sonuçlar son derece mantıklı. Süpermarkete
gittiğimizde tam istediğimiz gibi bir ürünü (paketi, tadı,içerdiği
kalori-protein-vitamin miktarı, vs. ) bulup eve
getirmeye ve yemeye öyle alışmışız ki yeni
tanıştığımız bir sevgili adayından da istediğimiz bütün
özellikleri içermesini bekliyoruz. Kalorisi biraz
fazlaysa burun kıvırıyoruz, rengi tam istediğimiz gibi
değilse burun kıvırıyoruz. Böyle böyle gönlü boş
kalıyoruz.
TARAF gazetesi yazarı Hıdır Geviş /
keşke bu tek manhattan'ın sorunu olsa:))
YanıtlaSilankara'dan sevgiler hıdır geviş. seni izlemeye devam ediyoruz..