Taraf gazetesindeki POP-UP başlıklı köşemde 20.01.2013 tarihinde yayımlanan yazı
Manhattan’da dapdaracık bir stüdyoda oturan arkadaşım Edward’ın, geniş bir arka bahçesi vardı. Orada verdiği partilerden biriydi. Su gibi içilen şarapların etkisiyle ruhlar grileşti. Aaa... bi baktım herkes 11 Eylül anılarını anlatmaya başlamış. Konuşulanlar içindeki şu veri ilginçti: New Yorklular İkiz Kuleler’e yapılan saldırının ardından, ketumluklarını bir kenara bırakmış, birbirlerine karşı daha sıcak, samimi, yardımsever ve merhametli davranmaya başlamışlar; sanki aynı evde oturan bir ailenin fertleri gibi... Aa dedim, İstanbul depreminin ardından da aynı şey oldu. Aa dediler; bir süre sonra, New Yorklular eski NewYokluluğuna geri döndüler. Aa dedim; İstanbullular da öyle.
Böyle işte, herkesin hayatını etkileyecek ortak tehditler, toplumun birbiriyle daha fazla kenetlenmesini sağlar. Aralarında soğuk bir Berlin Duvarı gibi uzanan egolarından, komplekslerinden, kaprislerinden ve güvensizliklerinden eser kalmaz. Ta ki o tehdidin etkisi geçene ya da unutulana kadar. Sonra herkes yine eski hâline döner. Bu psikoloji geniş kalabalıklar tarafından benimsenmiş, ikonlaşmış insanların ölümü sonrasında da yaşanır. Gidenin geride bıraktığı ruh, insanları biraraya getirir, ketumluklarını bir süreliğine üzerlerinden atarlar. Nitekim Mehmet Ali Birand’ın ölümünden sonra da öyle oldu. O birbiriyle didişmek, birbirine bağırmak, alay etmek, birbirine geçirmek, birbirinde kusur aramak ve o kusurları kullanarak karşı tarafı incitmek için 10 takla atabilecek gazeteciler, bir anda biraraya gelip, gidenle ilgili ciğer paralayan laflar ettiler. Herkes normale döndü çünkü. Negatif hırslarının tekeri altında ezdikleri insaniyetleri canlandı. Şimdi Birand’ı keşfediyorlar; muhabirmiş, iyi insanmış yardımsevermiş, insanların önünü açmış, adam yetiştirmiş, hepsi doğru ama...
Keşke yaşarken de bu iyi özelliklerini Birand’ın yüzüne vurabilseydiniz. O’nun için ne hoş olurdu, kendisine biraz mutluluk vermiş olurdunuz. Ama gazetecilik sadece kötülüğün yüze vurulması olarak algılandığı için, övgüde cimri (övgü derken samimi ve gerekçesi sağlam övgü), sövgüde ise cömert bir meslek grubuyuz biz. Övmekten neden bu kadar korkulur bilmiyorum, küçülürüz, karşı taraf yüzümüzü kara çıkarır diye mi... Hâlbuki çıkarsın yani ne olacak... Ama olmuyor, bizim gazetecilerin 140 karakterlik tweetleri bile o kadar kıymetli ki... Sanki her biri NASDAQ’da işlem görüyor mübarek. Tweetlerinin içinde bir başkasının ismini, reklamını yapmayayım diye geçirmekten imtina edecek kadar övgü ve destek cimrisiler...
Cemil Barlas hoş bir tweet yazmıştı: “Birisi öldüğünde rekabet bittiği için sevgi çıkıyor.. Keşke yaşarken kıymet billinse...” Aynen de öyle. Son sözüm, Birand’ı kişisel olarak tanıyan siz ayrıcalıklı gazetecilere! Ölümünün hemen ardından televizyonlara çıkıp derin acılarınızı toplumla paylaşmak, anılarınızı tek tek anlatmak zorunda mısınız. Biraz geri çekilemez ve üzüntünüzün şiddeti dağıldıktan sonra ortaya çıkamaz mıydınız. Hem böylece, biz onu gerçekten seven okur ve izleyicileri, Birand’ın hâlâ ısısını koruyan ruhuyla başbaşa kalmış oluruz.
Nazlı Ilıcak’a açık mektup
Gazetecilerin tuhaf gelenekleri çok. Bunlardan biri de tepelerini attıran siyasetçiye oturup mektup döşenmek. Okur aradan çekilip bir kenara fırlatılıyor ve doğrudan sevgiliye yazar gibi o siyasetçiye yazılıyor mektup. Bunun adı da açık mektup oluyor. Hep özenmişimdir. İzninizle bu köşedeki hakkımı tepe tepe kullanmak ve bir açık mektup da ben yazmak istiyorum. Allah’ım, bana bu günleri de gösterdin ya, çok mutluyum. Bu arada sizi aradan çekip bir kenara fırlatırken, umarım bir yeriniz incinmez.
Açık mektubumu gazeteci bir meslektaşıma yazmak istiyorum. Fikirsel olarak yüzde şu kadar uyuştuğumuz yüzde bu kadar uyuşmadığımız için değil, sözkonusu gazetecinin kendi özgün ruhu nedeniyle...
Kendisi bir kadın olarak, erkek köşe yazarları arasında dimdik var olabilmiş... İdeolojik kalıplara bağımlılığını en aza indirdiği için de özgürce fikir yürütebiliyor... Tartışma kabiliyetiyle, en güçlü rakibini dahi kolaylıkla sırtüstü yere serebilir... Hem zeki, hem birikimli, hem başarılı, hem ünlü, hem zengin ve hem de kadın olduğu için kaderi biraz Yoko Ono’ya benziyor; erkekler onu pek sevmiyor, biraz yalnız... Kendine özen gösteriyor, estetikten yardım almakta hiçbir sakınca görmüyor, ilerleyen yaşına rağmen alımlı, her zaman podyumda yürüyormuş gibi serin ve şık, sesi tok ve romantik bir titreşime sahip.
Aslında bu mektubun yeraldığı şu sayfada kenar süsleri de olsa ne iyi olurdu. Satır aralarına da güzel kokulu mum resimleri isterdim, sayfanın rengi de bu kadar beyaz olmamalı, biraz loş olmalı. Evet, sanırım şimdi açık mektubumu yazmaya hazırım, başlıyorum. Sevgili Nazlı Hanım... Yok, hayır, yapamıycam. Galiba henüz hazır değilim. Başka bir sefere belki...
Murat Boz mu Kim Junsu mu
Geçenlerde Murat Boz’un Geri Dönüş Olsa şarkısının remix’ine çektiği klipini izledim... Güzel şarkı ancak ben yine hayal kırıklığına uğradım. Murat habire kolunu, başını, vücudunu rastgele sallayıp duruyor. Hani düğün salonlarında içkinin tesiriyle piste çıkıp dans ediyorum derken kendini sallayan çekingen insanlar vardır ya, öyle...
Türkiyeli popçular dans etmeyi bir türlü öğrenemedi, dans dersine para harcamak mı istemiyorlar, bilemiyorum artık. Son zamanlarda Koreli popçulara sardım. Popçu diyorsam müzikleri Hip Hop’tan R&B’a kadar her şeyi içeren bir salata tabağı. Ancak çok başarılılar. Kim Junsu var mesela. Tarantallegra şarkısına çektiği klipi izleyin. Dans, koreografi, mizansen ve dekorlardaki estetik seviye ile çekimlerdeki ustalık insanı hayran bırakıyor. Kore pop müzik sektöründe, Junsu gibi pek çok isim ve grup var. Video kalitesi, modanın sınırlarını zorlayan inanılmaz yaratıcı kıyafet ve kostümler dikkate alındığında, Amerikan müzik endüstrisinden çok çok ileride ve daha yaratıcılar. Gençlerden oluşan girls generation, sistar, B:A:P, SHINee EXO ve Bingbang dikkatimi çeken gruplar. Bingbang'in fantastic baby kliplerini izleyin, ne demek istediğimi anlayacaksınız.
hidirgevis@yahoo.com twitter.com/hidirgevis
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder