Biliyorum, kesin içinizden geçiriyorsunuzdur, “bu Hıdır da hep barlar sazları, deliyi doluyu, çayırı bayırı yazıp duruyor, kültur beşiği koca New York’da ne bir sergi gezdiği var, ne bir tiyatro oyunu izliyor, ne de film görüyor”
Ben de diyorum ki, böyle düşünüp de günahımı almayın. Tiyatro da izliyorum film de. Ama şimdiye kadar hiç biri hakkında yazı yazmak gelmedi içimden. Zaten “Chicago” ve “Operadaki Hayalet” dışında izlediğim bütün Broadway showlarının yarısında çıktım. Param telef oldu ama olsun, cana geleceğine mala gelsin. O oyunları izlemek görevim değildi ki sonuna kadar kalayım. Keyif almak için oraya gidiyorsam, sıkılınca da alıp başımı çıkabilmeliyim. Boşyere kendimi niye sıkıntıya sokayım, kanser mi olayım… Oyunları sonunu kadar izlemeyi ise eleştirmenlere ve parasının karşılığını ille de almak isteyenlere bırakıyorum.
Neyse geçtiğimiz Çarşamba “A Jihad for love” adlı bir film izledim. Çok sevdim ve hakkında yazma kararı aldım. Film, bu hafta başından itibaren New York’da gösterime girdi. Bu belgesel filme kapısını açan sinema ise IFC Center . Tarihi Wawerly sinemasının yeniden düzenlenmesiyle oluşturulan bu sinemada, büyük film studyolarının değil, küçük yapımcıların ürettikleri filmler gösteriliyor. Sinemanın çok iyi bir tarafı var: film başlamadan önce reklam göstermiyorlar. Oysa Loews sinema zincirlerinde 15 dakikadan fazla reklam var. Üstelik Loews da ticari filmleri gösteriliyor ve biletler de IFC ile aynı paraya satılıyor.
Her neyse. Film sonrasında yönetmen Parvez Sharma ile bulusacağım için, biri Gümüşhaneli diğeri Karslı olan iki saz arkadaşımla birlikte sinemanin yolunu tuttum. Onlar da film hakkında çok şey duyduklari için bu filmin yönetmeniyle tanışmak istemişlerdi. 6. Cadde üzerinden Vest Village’e doğru yürürken kimi görsek iyidir, Chris’i. Ayaküstü ilk söylediği şey, 26 yaşında bir Japon gençle çıktığı. İyi hayırlı olsun, gözümüz yok.
A Jihad for Love, dokunaklı ve etkileyici bir film olmanin ötesinde, Müsluman ülkelerde yepyeni tartışmalara kapı aralayacak bir film. Bu önemi nedeniyle de Amerikan medyasında çok büyük bir ilgiyle karşılandı.Televizyonlarda, radyolarda, gazetelerde filmin kendisi de müslüman olan parlak zekalı yönetmeni Sharma ile yapılmış roportajlar yayınlanıyor şimdilerde.
Film,farklı müslüman ülkelerde dinine sıkı sıkıya bağlı kadın ve erkek gaylerin yaşadığı çıkmazı ve trajediyi dile getiriyor. Gay oldukları için önce dinlerinden sürülen bu insanlar, bir süre sonra bütün sevdiklerini geride bırakarak, yanlarından hiç ayırmadıkları Kur’an’larıyla birlikte ülkelerini terketmek zorunda kalıyorlar. Ne ilginçtir ki bu çarpıcı belgeselde, ülkesini terketme gereği duymayan, sokakta sevgilisiyle birlikte rahatça yürüyebilen, birlikte ca
miye gidip namaz kılabilen sadece İstanbullu lezbiyen bir çift. Bu çiftin filmdeki varlığı Türkiye için son derece pozitif bir propaganda bence.
Filmdeki gaylerden biri olan Muhsin, Pakistan’da yaşıyor, evlenmek zorunda bırakılıyor, çoluk çocuğa karışıyor ve sonunda çareyi Güney Afrika’ya gitmekte buluyor. İranlı gayler Amir, Arsham, Payam ve Moctaba Kanada’ya geçmek için Ankara’da bekliyor. İçlerinden biri, kendi ülkesindeki bir gay partide eğlenirken tutuklanıyor, bir saat içinde 100 kırbaç yiyor ve yüzü gözü mosmor olana kadar dövülüyor. Mazen Mısır’da yaşıyor, hapse atılıyor, işkence görüyor ve tecavüze uğruyor, sonunda Fransa’ya gidiyor.
Yani onlara ülkelerini terketmekten başka bir çare bırakılmıyor.
Filmdeö hayat serüvenlerğne yer verilen gaylerin ortak noktasiı ise İslama olan güçlü inançları. Onlar islam içinde kendi kimlikleriyle bir yer aramaya çalışıyorlar, Kur’anın kendilerini kabul ettiğine ve Tanrı’nın onları sevdiğine inaniyorlar. Ancak bu konuda islam inancını tekelinde tutan ve straight erkeklerden oluşan islam alimlerini pek ikna edemiyorlar. Bu dışlanma bile onları inançlarindan vazgeçirmiyor.
Hatta Güney Afrika’ya yerleşen Muhsin, orada müslüman cemaatine mensup olup daha açık görüşlüı olan her yastan insanla biraraya gelip toplantılar düzenliyor. Katılımcılarla birlikte eşcinsellik ve islaa konusunda tartışıyorlar. Bu toplantılardaki türbanlı kadınlarin gay kimliği konusunda ortaya koydukları açık görüşlülük çok şaşırtıcı.
Aslında eşcinsellik ve islam arasındaki ilişki, Türkiye’de ve diğer müslüman ülkelerde ciddi ciddi tartışılmasi gereken bir konu . Öyle görünüyor ki bu mesele islam alimlerini ikiye bölecek. Eğer islami çevreler cemaatlerindeki müslüman sayısını arttırmak istiyorlarsa, Mevlana’nin felsefesinden yola çıkarak camilerin kapısını gaylere de açmalılar.
Benzer sorunu Amerika’da, Hristiyanlik da yaşadı. Ama gelin görün ki bugün sadece New York eyaletinde 60’a yakın gay friendly , yani gay dostu kilise var. Presbyterian, Methodist, Baptist, Lutheran, Episcopal ve hatta en kati mezhep olan Katolik kiliseleri bile gay dostu kiliseler listesinde yer aliyor. Bu kiliselerin kapısı resmi olarak kadın ve erkek gaylere açık. Kendini Hristiyan olarak tanımlayan her gay, bu kiliselere gidip ibadetini yapabiliyor. .
Müslüman aleminde insanlar degişiyor. Film sonrasındaki konuşmamızda Parvez bir anısını anlattı. Filmin gösterimlerden birinde, musluman bir kadın, Parvez’in filmini büyük bir kızgınlıkla izlemeye gelmiş. Ancak filmdem çıktığında Parvez’e söylediği şey şu olmuş: “Bu filmi izlemeye geldiğimde yumruğumu öfkeyle sıkmıştım. Ancak filmi izledikçe yumrugum acildi,yumruğumla beraber kalbimi de açtım….”
Şimdi bu ciddi meseleleri bırakalım ve benim asıl ciddiye aldığım resim meselesine gelelim. Ben Parvez ile sarmaş dolaş resim çektirirken, bereberimde gelen saz arkadaslarım sürekli dikkatimi dağıttıkları için, yüz ifadem tutmamış yoğurt gibi çıktı, ağzım da yamuk…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder