Hıdır Geviş-New York
Yaz geliyor. New York yine katlanılmaz bir hal alacak. Aman uyarmadı demeyin, olur ya cebinizde paranız, elinizde vizeniz varsa, sakın sakın sakın bu taraflara yakın gelmeyin. Kendinize, gönlünüzü gezdireceğiniz başka bir şehir bulun.
New York’u gezmek için en kötu mevsim, yaz mevsimi. Buraya gelecekseniz Mayıs ayında gelin ya da Sonbaharda….
Yazın şehir çok sıcak oluyor bir, nemli oluyor iki, çis kokuyor üç, ortalıkta koca koca sıçanlar cirit atıyor dört, New Yorklu göz şekerleri (yakışıklı erkekler , güzel kızlar) tatil için şehri terkediyor beş.
DÜĞÜN KARDEŞLİĞİ: Yaza girmeden önce New Yorklular evlerinde parti vermeyi pek bir severler. Özellikle geniş terası olanlar ya da küçücük de olsa bir bahçeye sahip olanlar, parti verme konusunda daha da heveslidirler. Çünkü bu güzel havalarda insanları evinize ancak bu iki şeye sahipseniz çekebilirsiniz.
Şimdilerde hava güzel müzel ama dışarıya pek çıkmıyorum. İşim gücüm çok, çalışmam lazım. Anlayacağınız birazcik evimin erkeği oldum gibi. Bu vaziyetim ne kadar sürer bilmiyorum.
Ancak geçen gün, bir arkadaşımın hatırını kırmamak için davetini kabul edince, bu kuralı da istisnai biçimde bozmuş oldum.
Arkadaşım , Boston'a yakın küçük bir kasabada yaşıyor. Ablasının kızının düğün partisi için uzun bir aradan sonra New York’a geldi. Bu arada yeni evli kizmiz da oğlumuz da sanatçı. Bu genc cift, israftan kaçınmak için aile arasında mutevazi bir davet vermeyi daha uygun görmüşler.
Ben de onları kendim gibi fakir sanmıştım. Davet, Tribeca’da. Bu muhit şimdi zenginlerin gözde yeri. Tribeca, eski atelyeler, fabrika ve depolarla dolu izbe bir semtti yakın bir geçmişe kadar. Şimdi bu binalar restore edilip çok güzel apartmanlar, lokantalar, mağazalar ve galeriler haline getiriliyor. Tribeca Film Festivali'ne de ev sahipliği yapıyor bu semt. New York’daki emlak dergilerine bakılırsa pek çok Hollywood yıldızı bu civarda kendilerine lüks daireler alıyorlar. Örneğin Gwyneth Paltrow 5.5 milyon dolara bu bölgeden bir penthouse (teras katı)satın almıştı.
Israftan kaçan sanatçı çiftin yaşadığı daireye bakın hele, kooocaman bir loft. Yani tek bir oda. Durun, öyle bildiginiz türde bir göz oda değil. Tavanları yüksek mi yüksek. İçerisi ise iki basketbol sahası büyüklüğünde. Böyle bir yer benim olsa , böler böler 8 ayrı duplex daire yapar, kiraya verirdim. Sonra da ömrüm boyunca bir hamakta yan gelir yatardım.
Şimdi soracaksınız madem davet aile arasında, senin onların içinde işin neydi? Elbette cemiyet muhabirliği yapmak için orada değildim. Açık konuşayım, oraya arkadaşımın aksesuarı olarak gittim. Kendisi single, ve bu durumundan da pek bir yüksünüyor. Orada akrabalarına karşı “yapayalnız” gözükmemek için, beni çağırdı, yardımseverimdir, üşenmedim arkadaşıma kavalyelik yaptım. İyiki de gitmişim, pek bir el üstünde tutuldum.
Bu arada oraya aç gittim, arkadaşım bolca yiyecek olacağını söylemişti. Nerdeeee. Üç tane barmen tutmuslar. Önlerindeki tezgahta çesit çesit şaraplar ve çesit çesit peynirler var. Burada da iyi peynir çok pahalı, kimbilir ne kadar para saydılar. Ama onun dışında da görünürde pek bir şey yoktu. Sadece, sağa sola konulan yüksek yuvarlak masaların üzerinde bir kaç salkım üzüm, biraz pate (ciğer ezmesi), bir kaç kase guacamole (ezilmis taze avakado ile küçük küçük doğranmış soğanın karışımından oluşan Meksika’ya özgü bir çesit appetizer ) ve doritos panços vardı. Davete katılanlar daha çok Hudson nehrine bakan o koca terasta konuşmaya dalmıslarken, ben açlığımı bastırmak için masa masa dolaşıp bütün o ıvır zıvırlardan tattım. Eğer karnım açsa gözlerim kayarcasına yiyecekleri kesip durmam, gider alır yerim.
SIÇAN KARDEŞLİĞİ: Davetin ardından, arkadaşım beni arabasıyla Christopher street üzerindeki Path treninin geçtiği metro istasyonuna bıraktı. Buradan ev çok yakın. Toplam 7-8 dakika. Nehrin tam karşı kıyısı Hoboken çünkü. Trene binmek için aşağı inince çığlık sesleri duydum. Hiç şaşırmadım, alışığım. Ne zaman metroda bir çıglık sesi duysam, bilirim ki orada birinin boğazı kesilmiyor orada bir garip turist vardır. Çünkü turistler metrodaki sıçanları görünce genellikle korkup bağırıyorlar. Halbuki bizler onlarla kardeş kardeş yaşamaya alışığız. Sıçanlar bana çok şirin geliyor. Çığlık olayının zuhur ettiği gece, kedi büyükluğünde dört sıçan, pepperonili (bir çesit sucuk) koca pizza dilimini almış, kendi aralarinda güzel güzel bölüşmeye çalışıyorlardı. Bu manzaranın korkulacak nesi var.
Ben sıçanları seviyorum ama belediye pek sevmiyor. New York Belediye Baskanı Bloomberg , farelerle savaş için 13 milyon doların üzerinde bir butçe ayırmıs. Ama bu savaşta pek basarılı olmadığı kesin. Savaş nasıl yürütüyor, onu da pek aklım almıyor. Çünkü öyle bir şey ki, kapan da koysanız, bubi tuzağı da kursanız, zehir de serpseniz, sıçanlara işlemiyor. Sıcanlar inanilmaz uyanık varlıklar ve bir şeyin tehlikeli olduğunu bir defa farkettiler mi ömrü billah ona bir daha yaklaşmıyorlar.
Onların kökünü kazımak isteyen vicdansızların yapacağı tek şey var, avcılık lisansı alanlara 100’er sıçan öldürme şartı koşmak. İşte o zaman sıçanların nüfusu aşağıya inebilir. Ama bu da bir tür soykırım olur ki hiç iyi bir şey değil, kesinlikle onaylamam. Bu şehirin üstü bazılarının babasının malı olabilir ama altı da sıçanlara ait.
Bu tür büyük sıçanlar genellikle metro ağının olduğu yerlerde ortaya çıkıyor. Mertronun karanlık dehlizleri sıçancıklar için emniyetli bir yuva. Acıktıkları vakit, ya da temiz hava almaya ihtiyac duyduklarinda yeryüzune çıkıyorlar. Çöpleri karıştırıyor, lokanta mutfaklarından bir şeyler araklıyorlar. Olmadı sağa sola dökülmüş krıntıları topluyorlar, sonra da gerisin geri yuvalarına yani kentin dibine dönüyorlar.
Bu sıçancıkları öyle küçümsemeyin. Asla ekşimiş yiyecekleri yemiyorlar. Pizzaya bayılıyorlar. Kırmızı et ile beyaz eti mümkün mertebe dönüşümlü yemeğe çaıişıyorlar. Bazen kendilerini şaraba vuruyorlar. Bulduklarında bira da içiyorlar. Neticede onlar da bir canlı. Onların da dertlerden kederlerden uzaklaşmak için sarhoş olmaya ihtiyaçları var. Hiç abarttığımı düşünmeyin bu bilgilerin hepsi doğru.
Bu arada sıçanlar konusunda en çok şikayetçi olanlar ise Manhattan’ın kuzeyinde yer alan Bronx semti sakinleri. Bu muhitte ağırlıklı olarak yoksul Latinler ve siyahlar yaşıyor. Demek ki Bronx sıçanlar için en yasanılabilir bölge. “Belki de bu bölgenin çöplerinde sıçanların ağız tadına uygun leziz yiyecekler vardır da ondan sayıları burada çok” diyesim geliyor ama, değil. Belediye, bu bölgeyle fazla ilgilenmediği için. Bronx dışında sıçanlar için en yasanılabilir ve güvenli diğer bölgeler ise Bushwick, Brooklyn, Concourse Village, Melrose, Highbridge ve Harlem’in batı yakası.
KÖPEK KARDEŞLİĞİ: Yaz aylarında bu sıçancıklar metronun karanlık tünellerinde can veriyorlar. Zaten ortalama yaşam süreleri 3-4 yıl. Ama New Yorklu sıçanların ortalama ömrü bir yıl. Bu şehirde yaşamak onlar için de zor yani. Sürekli stress içindeler. Ondan kaç bundan kaç, bir gürültü duyduğunda kaç, hayat mı bu yani. Bazen onları gördüğünde okşamak sevmek ,ilgimi, şevkatimi ve onların hayatta kalma çabasına duyduğum saygıyı belli etmek istiyorum. Ama hayvancıkların benden bile ödleri kopuyor, hemen ortadan tozoluyorlar.
Sıçancıklar kentin zorluğuna dayanamayıp er yaşta ölüverince, cesetleri de bir süre sonra kokuyor tabii. Ama durun, Manhattan yaz aylarında sedece fare cesedi değil, köpek çisi de kokuyor. Daha önce söylemiş miydim bilmiyorum. Manhattan’da köpek nüfusu pek bir yüksek. New York genelinde çesitli rakkamlar ileri sürülüyor ama 1 milyonun üzerinde köpek olduğu konusunda herkes hemfikir . İnsanların can dostu köpekler. Birini itip kakmak,onu kendine bağımlı yapmak, ona bağırmak çağırmak ve emir vermek isteyen insanlar, köpeklerle yaşayarak bütün bu fantazilerini gerçekleştiriyorlar. Buna rağmen temiz kalpli köpecikler, sahiplerine kin beslemiyor, diş bilemiyor, kardeş kardeş geçinmeye çalışıyorlar.
Her neyse… Düşünsenize bu 1 milyon köpeğin günde bir kere sokağa işediğini. Güneş ışınları sulanan alana vurunca, çis havada buharlaşıp keskin bir kokuya dönüşüyor.
Bazen, bazı köpek sahipleri, köpeklerinin dışkısını toplamıyor bile. Bu da ayrı bir dert. Eskiden bu o kadar büyük bir sorunmus ki 1978 yılında “pooper scooper" kanunu çıkarılarak köpeğinin dışkısını toplamayanlara cezalar getirilmis. Bu kanuna göre ilk defa bu suçu işleyenlere 50 dolar ceza kesiliyor. Ancak bu ceza da çok caydırıcı olmuyor. İste bu nedenle uzunca bir süredir şöyle bir tartışma yürütüluyor. Diyorlar ki köpek lisansı almaya gelenlerin köpeklerinden kan örneği alınsın ve DNA testi yapılsın . Sonra bu bilgiler köpeklerin kişisel dosyalarına kaydedilsin. Ne zaman biri görevli, kaldırım kenarında köpek dışkısı gördüyse, alıp getirir ve labaratovarda test edilir. Elde edilen DNA sonucu eldeki dosyalarla karşılaştırılır ve böylece dışkının hangi köpeğe ait olduğu bulunur. Bütün test masrafları da köpeğin sahibine yüklenir. Böyle bir yöntemin köpek sahibi olanları çok daha sorunlu davranmaya iteceği söyleniyor. Çünkü DNA uygulaması onlara kacış imkanı bırakmayacak.
Köpek sahipleri her sabah erkenden kalkıp, köpeklerini dışarı çıkarıyorlar, biraz gezindikten sonra, köpecik aklının yattığı bir yerde, atıkları dışarı veriyor. Ardından da sahibi, elindeki naylon poşetle o dışkıyı sıyırıp alıyor ve en yakın çöp vidonuna atıyor. Ama ne kadar sıyırırsanız sıyırın geride yine bir miktar kalacaktır. İşte yaz güneşiyle kavrulan bu atıklar, şehre ayrı bir koku katıyor.
AT KARDEŞLİĞİ: Manhattan’ın bu koku sorunu yeni değil. Manhattan Manhattan olalı kokulu bir yerleşim yeri olmuş zaten. İçinde yaşadığımız yüzyılda, köpekler, sıçanlar ve egsozdan çıkan gazlar Manhattan’ın kokusunu etkiliyor. Bir yüz yıl önce ise atlar şehrin kokusunu etkiliyormus. Ayaklarında nalları, takıda takıda dolaşan, at arabasıyla yük çeken, tramvay çeken bu atlar öyle böyle değil, günlük 20 pound’a varabilen gübre saçıyormus sokaklara. Buna bir de her birinden çıkan bir kaç litrelik çişi ekleyin. Üstelik o donemdeki at nüfusu 100 bin ile 200 bin arasında gidip geliyordu. Şimdi oturun ve New York’un o zamanki kokusunu hesab edin.
Kimilerine göre New York’da, günde 2500 ton at fışkısı ortaya çıkıyordu. At fışkısı sadece kokusuyla rahatsız etmiyordu. Yağmur yağınca ayrı bir dertti, ortalığı adeta bir bataklığa çeviriyordu. Süslu hanimefendiler uzun eteklerini fışkı çamuruna değdirmemek için çok ama çok zahmete giriyordu.
At fışkısı güneşte kuruyunca ayrı bir dertti. Rüzgarda havalanıyor, miletin gözüne kaçıp kaşındırıyor burnuna kaçıp hapşırtıyordu. Kent halkının salgın hastaliklar nedeniyle kırılmasında da at fışkısının çok önemli bir payı vardı.
İnsanların can dostu ve sadık kölesi olan atların, şehrin gündelik hayatında yolaçtıkları başka arızalar da vardı.
Tramvay şirketleri ve zalim faytoncular, atları o kadar çok çalıştırıyorlardı ki ensesine kamçıyı yiyen atçıklar, arkada ne varsa onu çekmeye çalışıyordu. Bu hayvancıkların ağıi var dili yok gibiydi. Çek baba çek. Halbuki bir çifte atsalar, kalpsiz arabacıyı tee bulutlarin üzerine gönderebilirlerdi. Ama yorgunluktan kişnemeye bile takatleri yoktu. Sonunda öyle yorgun düşüyorlardı ki yol ortasında birden bire nallari havaya dikiyor ve öteki dünyanın yolunu tutuyorlardı. O dönemler şehirli atların da ömrü normalden çok ama çok kısaydı, 2.5, bilemediniz 3 yıl yaşayabiliyorlardı. Onca çileye ömür mü dayanır.
1866 yılında TheAtlantic Monthly adlı dergi , Broadway caddesinde at cesetlerinin trafiği nasıl da tıkadığını yazar. Bu koca hayvanların cansız bedenini kaldırmak da ayrı bir meseleydi. Çünkü her biri 1.300 pound (benim ağılıgım 175 pond ) geliyordu. Atları arabaya koymak başlı başına ayri bir işti. Ceset yüklenen arabacıkların beli burkuluyordu. Söylendiğine göre 1880 yılında New York caddelerde, görev başında vefat etmiş 15 bin at cesedi toplandı.
1906 yılında, 5. caddedeki son atlı travmayın da kalkmasıyla birlikte, fışkı kokusu da ortadan kalktı.
At her yerde at. Ha New York ha Istanbul. Hani diyorum, tarihten biraz ders çıkarsak ne olur. Bizi tekmeleyenlere dönüp bir tekme de biz atsak: Halk Tekmesi.