22 Nisan 2008 Salı

Başkası olma kendin ol

Hıdır Geviş

Bizim Chris bugünlerde yana yakıla ev arıyor. Söylemişmiydim bilmiyorum, kendisi Astoria adlı bir semtte yaşıyor. Manhattan’dan oraya gitmesi metroyla sadece 10 dakika. Bu semtte Yunan göçmenlerinin nüfusu oldukça fazla. Dolayısıyla, civarlarda, Yunanistan dahil, Türkiye ve diğer Ortadoğu ülkelerinden gelen yiyecekleri satan bir sürü bakkal dükkanı var. Bu bakkalların bazıları ucuz meyve-sebze de bulunduruyor. Chris bayılıyor oralardan alışveriş etmeye.

Bizim çocuk oturduğu semti de evi de çok seviyor ama ev arkadaşları ile aralarında bir süredir geçimsizlik var. Birlikte oturdugu kızlar çok çapkın, habire eve erkek atıyorlar. Chris ise bu duruma tahammül edebilecek biri değil. Aman buradan yola çıkıp onun Katolik rahibi gibi yaşadığını düşünmeyin.

qisNe yapalım, oluyor böyle şeyler. Şimdi Chris’e yeni bir ev bulmakla mesgulüz. Oturduğu evi iki kızla paylaşıyor ve kendi payına düşen kira bedeli 1400 dolar. Ancak şimdi Manhattan’da tek başına bir yere taşınmak istiyor. İş yeri Midtown’da (Manhattan’ın orta yeri: doğudan 3. batıdan 7. caddeler arasında kalan kısım ile kuzeyden 59. sokak ve güneyden 42 sokağın çevrelediği alan). Dolayısıyla tutacağı evin de oralara yakın bir yerde olmasını istiyor. Belki doğu yakasındaki Murray Hill belki de Batı yakasındaki Hell's Kitchen olabilir. Her şey biraz da bulacağı daireye bağlı.

Amacı bir stüdyo tutmak. Bir odali daireye gücü yetmez. Zaten istediği yerlerde eli ayağı düzgün stüdyo dairelerin kirası 2300 dolardan başlıyor. Manhattan’da da ev tutmak öyle her anayiğidin harcı değil. Bir kere yıllık gelirinizin kira miktarının 45 katı olması gerekiyor. Chris bu konuda tamamdır. Fakat kredi notu iyi değil, Bu da büyük bir problem. Bu ülkede sizin kredi notunuz ne kadar alısveriş yaptığınıza, taksitlerinizi zamında ödeyip ödemediğinize göre belirleniyor. Ev sahipleri her zaman ev için ilk başvuru yapan kiracı adayına öncelik tanıyor, ancak kredi notunuz zayıfsa sizi anında es gecip diger bavuruları değerlendiriyorlar.

Ben de Chris’i alıp emlakçı arkadaşım Ali’ye götürmeye karar verdim. Ali hem çok iyi bir emlakçı hem de kişisel bağlantılarını zorlayip Chris’in bu durumuna bir çözüm bulur diye düşündüm.

Cuma akşamı için Chris, Ali ve ben, Union Square’deki Barnes and Noble adlı kitapçının ikinci katındaki kafeteryasında buluşmak için sözlestik. Bulusma yerine biraz erken gittim. Beklerken kafeteryada oturur, dergi okurum diye dusundum. Bu kitapçının kafeteryasında orada satılan her yayını ücret ödemeden masana alıp okuyabiliyorsun, kütüphane gibi yani.

Tam içinde Yasemin Çongar’ın İngilizce bir makalesinin yer aldığı World Policy Journal adlı dergiyi inceliyordum ki Ali geldi.

Ali belli ki çok doluydu, anlatacakları var gibiydi. Hislerimde yanılmamışım, çok geçmedi çözüldü. İki Türk müşsterisi varmış, Türkiye’den yeni gelmişler ve ev arıyorlarmış. Tesadüfen Ali’nin Craigslist adlı internet sitesindeki ev ilanını görüp aramışlar. Sonra bu iki babası zengin Türk genci, Ali’nin ofisine gitmisler. Ali onlara elindeki diğer ev seçenekleri sunmuş, evleri tek tek göstermiş. Üç gün boyunca, eline her gelen iyi evi onlara göstermeye çalışmış. Bu arada onları Manhattan’daki semtlerle ilgili bilgilendirmiş; Hangi bölgenin onlar için daha iyi olacağını, ulaşım imkanlarını vs…

Ancak müşteriler bir süre sonra Ali ile ilişkiyi kesmisler. Ali sonra öğrenmis ki bu iki genç bir Amerikalı emlakçıdan ev tutmuşlar. Bu olay Ali”yi çok kızdırmış. Şimdi bir daha hiç bir Türkle çalışmayacağına dair yemin ediyor. Zaten ortadoğu ülkesinden gelip de Manhattan’da ev arayan hiç bir müsteriyle çalışmıyor. “Çünkü” diyor ve devam ediyor: “Ortadoğu ülkelerinden New York’a gelenler bir Ortadoğulu emlak brokerından asla ev tutmuyorlar. Bu bana cok önceden söylenmisti ama umursamamıştım. Tecrubelerim sonucu ben de aynı kanıya vardım. Ancak Türkiye den gelenler olunca dayanamıyorum. Fakat şimdi çok iyi biliyorum ki onlarla da çalışmanın bana hiç bir faydası yok. Baksana, benden şehirle ilgili her türlü bilgiyi bedava alıp, sonra daireyi Amerikalı bir emlak brokrından kiraladılar.”

Ali’ye soruyorum, “Peki sence bunun nedeni ne?“ Beni şöyle yanıtlıyor: “Çinliler ve öteki Asya halklarıyla böyle bir problem yaşamıyorum. Hindistan, Pakistan Türkiye, Lübnan, Katar, Mısır gibi Doğu’da kalan üçüncü dünya ülkelerinden gelen bu zengin insanlar, kendileri gibi üçüncü dünya ülkesinden gelmis bir emlakciyla çalışmak istemiyorlar. Adi Jon, Michael, David olan beyaz bir Amerikalı’dan hizmet almayı yeğliyorlar.. Parasını kendi toplumundan birine değil de bir Amerikalıya vermek ve kendilerine hizmet ettirmek onlara özel bir keyif veriyor olmalı. Bir doğu toplumu uyesi olarak, batılı beyaz adama karşı hissettikleri yüzlerce yıllık ezikliği -ya da isterseniz kompleksi deyin- bu tür bir birlesmeyle gidermeye calışıyor olabilirler. Amerikalılar ın ülkesinde kendini onlar gibi hissetmenin yolu alışverisini onlarla yapmak.”

Aslında Ali doğru bir noktadan yakalıyor sorunu. Bu davranış biçiminin altinda doğu toplumlarına özgü bir çeşit “self hatred” yatıyor. Yani kendinden nefret psikolojisi…

Böyle diyorum ama kendinden nefret etmek, dünyanın her yerindeki azınlık gruplarında görülen önemli bir problem. Kimlerde yok ki, beyazlar karşında ezilen sihaylar’da, batılılar karşında ezilen doğulularda, türkler karşında ezilen kürtlerde, kentliler karşında ezilen köylüler’de, sunniler karşında ezilen alevilerde, erkekler karşında ezilen kadınlarda, zenginler karşısında ezilen yoksullarda ve straightler karşında ezilen gaylerde, hepsinde var. Bu insanlar kendilerinden, daha doğrusu geldikleri gruptan nefret etmeye çok kolay meyledebiliyorlar.

Şimdi yavaş yavaş Ali’nin dediği noktaya geliyorum.

Çoğunluk olanlar azınlığı hiç bir zaman doğru algılamıyorlar, bu bir gerçek. Algılamalarında her zaman ciddi bir çarpıklık, tamiri çok zor bir arıza mevcut. Çoğunluk gruplar, azınlıklarla ilgili hiç bir gerçekçi temele dayanmayan ön yargılar ve şablonlarla düşünmeye çok alışıklar. Aleviler mum söndürür, Kürtler devlet böler, siyahlar suç işler, Çinliler ne bulsa onu yer, çingeneler hırsızdir, gayler her önüne gelenle yatan ahlaksızlardır, türbanlılar şeriat getirmeye çalışır, kadınlar zayıftır vesaire vesaire.

Peki yukarıdaki azınlık gruplarından birinin içinde yer alan bir yurttaş, çoğunluğun kendilerine nasıl baktığından habersiz mi, tabii ki haberli. Bu nedenle kendileri hakkında yaratılan negatif imajın altında çok ezilip, garip kimlik çatışmaları yaşayanlar oluyor.

Burada bir atasözü var “İf you can’t beat them, join them” Anlamı eğer karşındakileri mağlup edemiyorsan onlara katıl. Gercekten de azınlıklara varolmak için iki seçenek kalıyor: Ya karşı koy ve marjilize ol, sonra da çek baba çek, ya da hiç bir şey çaktırma ve onlardan biriymiş gibi davran.

Peki onlardan biri gibi olduğunda neler oluyor. O zaman o insanların senin toplumunla ilgili butun o asılsız yakıştırmalara sen de inaniyorsun. Hatta çok ileri gidebiliyor ve kraldan çok kralcı da olabiliyorsun. Böylece kendini kamufle ediyor ve çoğunluk toplumunun nimetlerinden sen de yaralanmaya çalısiyorsun. Ancak bu kez de kendi geldiğin topluma karşı tavır alıyorsun. Geldiğin toplumla olan hiç bir benzerliğe tahammül edemiyorsun. Çünkü onlardan biri gibi algılanmak istemiyorsun. Ali’nin Türk müşterilerinin düştüğü durum da bu: yabancı bir toplum içinde o toplumun original üyeleriyle alışveriş yaparak o topluma daha çok benzeyeceklerini hesaplıyorlar. Tıpkı aynı iş yerinde çalışıp birbiryle mümkün mertebe konuşmayan, biraraya gelmeyen iki siyahin düştüğü tuhaf durum gibi. Birbirleriyle görüdüklerinde farklılıklarının daha çok vurgulanmış olacağını düşündükleri için birbirlerine düşmanca da davranabiliyorlar.

Bakın benim düzenli takib ettigim Psikoloji Bilimi (Psychological Science) adlı derginin Mart sayısında, kadınların iş yerlerinde algılanış biçimi ve cinsiyete dayalı önyargılar üzerine ilginç bir araştırma yayımlandı. Yale Üniversitesi öğretim görevlilerinden Victoria Brecoll ve arkadaşlarının yaptığı deneyden çıkan sonuç korkunç: Erkeklerin kadınlarla ilgili ön yargıları neyse, kadınların da kadınlarla ilgili ön yargıları aynı. Yapılan deneyde, işe eleman alımları sırasında görüşmeyi yapan kadın yöneticiler, kadın adaylara ayrımcılık uygularken, erkek adaylara her zaman daha fazla öncelik tanıyorlar. Nedeni ise çok basit: Kadinlar erkekleri kendilerinden daha üstün görüyor.

Işte bu mekanizma ve bu düşünüş tarzı bazı bireyleri son derece trajik bir noktaya taşıyabiliyor. Bir zamanlar pop müziğini doruklara çıkaran şarkıcı Michael Jackson’ın düştüğü durum buna iyi bir örnek. Siyahlığıyla sorunu var ve beyaz olmaya çalışıyor, Beyazlarla gezip tozmak, onların dünyasında bir numara olmak da O’nu bu konuda kesmiyor ve siyahlara özgü geniş delikli burnundan kurtulup, rengini bile değiştirmeyi deneyerek, beyazlarla tam bir bütünleşme yaşamak istiyor. Sonucu herkes biliyor: Şimdi acıklı bir yaşam sürüyor.

Biraz da yapana değil yaptırana bakmak lazım. Bir insanın neden kendi rengiyle sorunu olur ya da neden bunu bir sorun olarak görür ki? İşte bu sorun da beyazların siyahlara karşı tutumuyla ilgili başka bir sorundan kaynaklanıyor: gerisinde ise tarihsel, siyasi ve ekonomik tonca neden yatıyor.

Yine Yesilçam filmlerinde zengin sevgilisinin arabasını lüks bir Nişantaşı apartmanın önünde durdurtan ve araba gözden kaybolunca da kendi fakir evlerine geri dönen genç kızları hatırlayın. Fakirliğinden anası babasını sorumlu tutup onlara terslenen bu genç kızların hikayesi ile Jacson’un hikayesi arasında bir paralellik yok mu sizce.

Yakın zamanda Taraf da cikan bir haber bu açıdan ilginçti: Başlık “Gençler en çok parayı giyime harcıyor”du. Nedeni çok basit: Herkes zengine benzemeye çalışıyor. Bunun en kestirme yolu da kiyafet değistirmek. Burada gencleri böyle davranmaya iten sadece onların yoksulluğu degil, İki neden daha var: Birincisi zenginlerin yoksulara bakışındaki üstü kapalı küstahlık. İkincisi ise medyanın zenginlerin sahip olduğu cafcafli materyallere adeta tapınması. Böyle bir atmosferde yoksulluk, bir başarızlıkmış yada beceriksizlikmiş gibi algılanıyor tabiki.

Bu arada arkadaşım Chris buluşmaya yerine geldi gelmesine de ben bu yazıyı burada kesip, şunu söyleyeyim: Kim olursanız olun, nereden gelirseniz gelin, ne durumda olursaniz olun, size başkaları nasıl bakarsa baksın, hiç umursamayın. Tarkan şarkısında “Başkası olma Kendin ol” diyordu. Bu anlamli soze ek olarak ben de iki anlamli soz soylemek istiyorum: 1-Kendini kasma rahat ol. 2-Sizi sevenler, sizi olduğunuz gibi kabul etsin, etmeyenlerle de boşa vakit gecirmeyin.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

#navbar-iframe { height: 0px; }